YETER NEDEN İLKESİ (I)
Christian Wolff, Yeter Neden İlkesi ve Modern Ontolojinin
Temellendirilmesi
PDF için tıklayınız...Christian Wolff, modern ontolojinin
kurucusudur. Aristoteles’in metafizik çerçevesinde birleştirdiği ontoloji ve
teolojiyi (felsefeyi ve mitosu) birbirinden ayırır ve ontolojiyi kendi başına
ve kendi ayakları üzerine duran felsefi bir bilim olarak yeniden kurar. Bu
nedenle Wolff, örneğin Aristoteles gibi genel olarak metafiziği değil, sadece
ontolojiyi “İlk Felsefe” olarak tanımlar. Bu bakımdan Aristoteles’ten ilkesel
olarak ayrılır. Wolff’un felsefi bir disiplin olarak ontoloji ile kendine ilahi
sorunları araştırma konusu yapan teolojiyi birbirinden ayırmasından buyana
aslında artık ontoloji ile teolojiyi birleştiren, kavramın sıkı anlamında
“Metafizik” diye felsefi bir disiplin bulunmamaktadır.[1] Zira
Wolff ortaya koyduğu devasa sistem ile tüm felsefeyi bir “dünya bilgeliği”
olarak yeniden kurmaya girişmiştir. Felsefenin sorunu dünya iledir ve bu
nedenle öncelikli olarak dünyayı araştırır, dünyayı açıklar ve bütünlüklü bir
dünya tasarımı ortaya koymaya çalışır. Bu, insana dünyayı anlama ve dünyada
kendini kavrama olanağı sunacaktır. Böylelikle insan dünyada varlığına bir
anlam verebilir. Bu, insanın mutlu olabilmesi için gerekli olmazsa olmaz
önkoşullardandır. İnsan mutluluğa ulaşabildiği oranda da felsefe kendine biçmiş
olduğu tarihsel misyonunu yerine getirmiş olur.
Ontolojinin (varlık felsefesinin)
teolojiden ayrı ve sadece felsefi bir disiplin olarak yeniden temellendirilme
sürecinde iki ilke ya da önerme kurucu görev görür. Bunlar; “çelişki” ve
“yeteri neden” ilkeleridir. Bu kavramları birbiriyle ilişkili olarak modern
felsefe için verimli kılan Leibniz’e göre çelişki ilkesi öncelikli olarak aklı
kullanmamızı (teoriyi, epistemolojiyi) ilgilendiren gerçekleri (Vernunftwahrheiten) ve yeter neden
ilkesi gerçekliği (empiriyi, ontolojiyi) ilgilendiren gerçekleri (Tatsachenwahrheiten) konu edinmektedir.
Christian Wolff, Leibniz’ten sonra ve
Hegel’den önce felsefenin kurucu ögesi olarak çelişki ve yeter neden ilkesini
en çok ciddiye alan, onu, modern çağda felsefenin dünyevi temellerde bilimsel
olarak yeniden kurabilmesi için verimli kılmaya çalışan ve bu nedenle onun
üzerine en çok düşünen filozoflardandır. Bu konuda Wolff’un bu çabası ne kadar
çok övülse azdır. Bu çabasıyla insanlığa yepyeni bir entelektüel perspektif
sunmuş ve güzergâh açmıştır.
Wolff, ontolojiyi
Descartes’tan fakat özellikle Leibniz’den hareketle geliştirir (159)[2]. Bu
dersimizin ağırlıklı konusu, yeter neden ilkesidir.
Mitos ve Efsane Dünyası mı Yoksa Gerçek ve Maddi Dünya mı?
Wolff, yeter neden ilkesinin, çelişki ilkesiyle beraber bir
bütün olarak felsefeye, bilimlere ve tüm toplumsal yaşama aynı anda temel
edinilip edinilmemesini, son derece dramatik bir sorun olarak ortaya koyar.
Wolff’a göre çelişki ilkesini ve yeter neden ilkesini dünyayı anlamak,
açıklamak ve sistematik bir kuram çerçevesinde tasarlamak; doğayı, insanı ve
toplumu açıklayıp kavramlaştırmak için temel edinmek, felsefeyi, bilimleri ve
toplumsal yaşamı, dünyevi ve bilimsel bir temel üzerine kurmak anlamına
gelmektedir. Bu iki ilkenin her şeyin kurucu ögesi olarak ret edilmesi ise,
Wolff’a göre mitosu ve efsaneyi temel edinmek anlamına gelmektedir. Buna karşın
çelişki ve yeter neden ilkesi dünyanın açıklanması için, felsefenin ve
bilimlerin kuruluşunda temel edinilirse, dünyada insanın istek ve arzularından
bağımsız olarak işleyen nesnel geçekleri ve yasaları keşfedip ortaya çıkarmak,
böylelikle toplum yaşamı için yararlı kılmak ve sonunda insanın istek ve
arzularının gerçekleştirmesi için verimli hale getirmek mümkün olacaktır. Fakat
eğer bu ilkeler ret edilirse, nesnel gerçekler de ret edilmiş olacaktır. Bu
durumda geriye sadece istek, tasavvur ve arzu kalır -ki bu, Wolff’a göre
bilimsel çabamızda gerçek dünyanın yerine masallar dünyasını koymak anlamına
gelecektir. Şöyle diyor Wolff:
“Eğer
çelişki ilkesi genel geçer ve yeter neden ilkesi kabul edilirse, gerçek dünya,
yani yaşadığımız dünya kabul edilir; ama eğer çelişki ilkesi genel geçer ilke
olarak kaldırılırsa ve sadece tekil durumlarda uygulanırsa ve eğer yeter neden
ilkesi tamamıyla kaldırılırsa, sonunda ne maddi dünyada ne de insan tininde ona
ayrılan bir yer var ise, masallar dünyası kabul edilir –ki masallar dünyasında,
olanın nedeni yerine insanın istenci konur –ki o ister, çünkü o, nedensiz keyfi
olur, başka şeylerden daha çok bunun olması keyfileşir (189).”
Biraz aşağıda sorunu başka bir açıdan tanımlar:
“…bu
ilkeler temel alınırsa, şeylerin gerçekliği temel alınmış olur; fakat eğer
onlar kaldırılırsa, gerçek, rüyaya dönüşür; devamında, gerçek ile rüya arasındaki
farkı kabul eden, genel geçer çelişki ilkesini ve yeter neden ilkesini sınır
koymadan kabul etmek zorundadır (189).”
Yaşanılan dünyada yeter neden ilkesine
ters düşen, onun geçersizliğini kanıtlayan hiçbir şey bulunmamaktadır. Dünyada
olan her şeyin bir yaratıcı nedeni (Al. Ursache, İng. cause) ve bir de taşıyıcı nedeni (Al. Grund, İng. reason) vardır. O halde, felsefe ve bilimlerde
çelişki ilkesi ile beraber yeter neden ilkesi temel alınarak dünyada olanın ve
varolanın, isteklere, arzulara ve tasavvurlara göre değil, gerçek nedenlere
dayalı olarak bilimsel açıklanması gerekmektedir (185). Zira dünyada olanlar ve
varolanlar, yaratıcı ve taşıyıcı nesnel nedenlere dayanmaktadırlar –ki bunlar,
insanın isteklerinden, arzularından ve tasavvurlarından bağımsız olarak hüküm
sürmektedirler; onlar, ister bilinsinler ister bilinmesinler, hep vardır.
Yeter Neden İlkesinin Kökeni ve Anlamı
Türkçe’ye sanırım daha çok İngilizce’den bazen “yeter neden
ilkesi” (İng. the principle of sufficient
reason), bazen de “yeter sebep ilkesi” olarak aktarılan kavram, G. W.
Leibniz tarafından muhtemelen farklı dillerde aynı anda kavramlaştırılıp
felsefeye kazandırılmıştır. Kavramın düşünsel kökeni birçok konuda olduğu gibi
bu konuda da eskiçağ Yunan felsefesidir. Fakat Wolff’un işaret ettiği gibi eskiçağ
Çin felsefesinde de ilke farklı biçimde işlenmiştir. Örneğin Wolff’un işaret ettiği
gibi Konfüçyüs yeter neden ilkesini evrensel bir ilke olarak kavrar ve bunu
ahlakın yeniden dünyevi ilkelere dayalı olarak yeniden temellendirilmesi için
temel edinir. Leibniz de, Wolff da birçok çağdaşlarından farklı olarak eskiçağ
Çin felsefesini çok iyi biliyordu. Wolff, eskiçağ Çin felsefesini temel alarak
dünyevi bir ahlak öğretisi ortaya koyulabileceğini göstermeye çalışmıştır. O
halde, yeter neden ilkesi sadece eskiçağ Yunan felsefesine, dolayısıyla Avrupa
ve Batı felsefesine has bir ilke değildir. Hem “Doğu felsefesi”nde hem de “Batı
felsefesi”nde farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde ele alınıp işlenmiş ve temel
edinilmiş bir ilkedir.
Yeter neden ilkesine Almanca’da bugün
artık “Satz vom zureichendem Grund” (Lat.
principium rationis sufficientis) denmektedir.
Leibniz ve Wolff ilkeyi, Prinzip des
zureichenden Grundes (Yeter Neden İlkesi)
olarak ifade ediyor. İlkenin Almanca (Satz
vom zureichendem Grund) yazılı dile getirilişinde kullanılan “Grund”
kavramı ile İngilizce “principle” ve Türkçe “ilke” kavramında saklı olan, fakat
tam da bu nedenle ilk bakışta hemen görülmeyen iki anlamı birden yakalamak ve
görünür kılmak mümkündür. Grund hem
neden hem de zemin/temel anlamına gelmektedir. Örneğin “Der Grund, dass ich
philosophie studiere,…” (Felsefe öğrenimi
yapmamın nedeni…) diye başlayan cümlede olduğu gibi, Grund kavramı, bir şeyin olmasına/bir şeyin var olmasına neden olan anlamına gelmektedir. Bu, kavramın bir anlamıdır. Bu
formülasyonda kullanılan Grund
kavramı aynı zamanda “zemin” ve “temel” anlamına da gelmektedir. Örneğin “Der
Grund des Hauses…” (Evin zemini/temeli…)
diye başlayan cümlesinde olduğu gibi. O halde, Satz vom zureichendem Grund, hem “yeter neden ilkesi” hem de aynı
zamanda “yeter temel önermesi” veya “yeter temel ilkesi” olarak da çevrilebilir.
Bu da Grund kavramın ikinci
anlamıdır.
Yeter neden ilkesinin
son derece kapsamlı, yani teoriyi ve empiriyi aynı zamanda kapsayan bir ilke
olarak alınması gerekmektedir: varlığın temelini (Seinsgrund), oluşumun temelini (Grund
des Werdens), bilgi edinimin temelini (Erkenntnisgrund)
ve eylemenin temelini (Grund des Handelns)
aynı anda ilgilendirir. Bu kapsam, Leibniz sonrası felsefe tarihinde iki ilkenin
birbiriyle ilişkili olarak gelişimini ve sonunda Hegel’in felsefesinde çelişki
ilkesinin yeter neden ilkesine içkin hale gelmesini de açıklar.
Leibniz ve Yeter Neden İlkesinin Formüle Edilişi
Yeter
neden ilkesini (yeter temel önermesini) tanımlayıp felsefeye kazandıran
Gottfried Wilhelm Leibniz’dir (1646 – 1716). Leibniz kavramı ilk defa 1710 yılında
Fransızca olarak yayımladığı Tanrının
İyiliği, İnsanın Özgürlüğü ve Kötünün Kökeni Üzerine Teodise Denemesi[3]
adlı eserinde tanımlar. Teodise’nin 44.
paragrafında Leibniz, aklı kullanımının iki temel ilkeye dayandığını ileri
sürer. Bunlar çelişki ilkesi ve yeter neden ilkesidir. Çelişki ilkesine
göre iki karşıt iddiadan birisinin gerçek, diğerinin ise yanlış olması
gerekmektedir.[4]
Yeter neden ilkesine göre olan hiçbir şeyin hiçbir zaman sebepsiz ya da en
azından belli bir nedeni olmadan olması mümkün değildir. Diğer bir deyişle eğer
bir şey olmamak yerine varoluyorsa ve olduğu şekilden her hangi başka bir
şekilde varolmak yerine varolduğu şekilde varoluyorsa, bunun apriori (oluşumuna öngelen) bir
nedeninin olması gerekir. Yeter neden ilkesi, genel geçer, yani evrensel bir
ilkedir, olan her şeye temel oluşturur. Leibniz evrende nedensiz hiçbir şeyin
var olamayacağından o kadar emindir -ki bu ilkenin evrensel geçerliliğine karşı
tek bir örneğin dahi ileri sürülemeyeceğinden hareket eder. O halde, olan ve
varolan her şeyin, olan her şeyin olduğu şeklin ve varolan her şeyin varolma
biçiminin bir nedeni vardır. O halde, olan ve varolan her şeyin bilimsel bir
açıklanması mümkündür.
Leibniz, çelişki ve yeter neden ilkesini, rastlantısallığı tartıştığı bağlamda tanımlar.
Bunu yaparken amacı, ereksel perspektifi esnetmek ve geleceğe dair bakışın
birden çok olası ereği hesaba katarak düşünmesi gerektiğini göstermektir. Tam
olarak şöyle der Leibniz:
“Etki oluşmasa dahi, şeyin kendisi çelişki içermez: rastlantısallık tam da bu demektir. Bunu
tam olarak anlamak için aklı kullanmanın iki temel ilkesi arasında ayrım yapmak
gerekir: ilk olarak çelişki ilkesi.
Buna göre, iki karşıt iddiadan birisinin gerçek, diğerinin yanlış olması
gerekir. Sonra yeter neden ilkesi:
bir şey hiçbir zaman bir vareden nedeni olmadan veya en azından belli bir (taşıyıcı
–DG) nedeni olmadan olamaz; diğer bir deyişle bir şey varolmamaktan çok
varoluyorsa ve herhangi başka bir biçimden daha çok olduğu biçimde oluyorsa,
(bu –DG), belli bir apriori nedensiz (olamaz –DG). Bu önemli ilke, tüm olan
şeyler için geçerlidir ve buna karşı bir örnek ileri sürmek mümkün değildir:
genel olarak bu yeter nedenler tarafımızdan yeterice bilinmese de, bu
nedenlerin her zaman var olduğunu kabul etmemiz gerekir.”[5]
Leibniz’in Monadoloji’nin 32. paragrafında yeter sebep ilkesine ilişkin
yazdığı, kendisinin de işaret ettiği gibi yukarıda Teodise’den alıntıladığım 44. paragrafın bir özetidir. Yukarıda
işaret ettiğim gibi Leibniz, çelişki ilkesini öncelikli olarak aklı
ilgilendiren gerçeklere (Vernunftwahrheiten)
ve yeter sebep ilkesini gerçekliği ilgilendiren gerçeklere (Tatsachenwahrheiten) uyarlar. Leibniz bu
ayrımı ilk defa açıkça Monadoloji’nin
söz konusu paragrafında yapar. Bir sonraki göstereceğim gibi, Wolff, her iki
ilkeyi beraber hem ontolojiye hem de epistemolojiye uyarlar –ki bu Hegel’in varlık
kavramı ile başlayan diyalektik felsefi sistemi için temel ve çıkış noktası
olur.
Christian Wolff’a Göre Yeter
Neden İlkesinin Kapsamı
Christian Wolff’un 18. yüzyılın başlarında karşı karşıya
olduğu sorun, felsefeyi teolojinin tahakkümünden kurtarmak ve onu kendi başına
ayakta durabilmesi için sağlam temeller üzerine yeniden inşa etme sorunudur. Rönesans’tan
beri hem rasyonalist hem de empirist felsefi gelenekler içinde farklı akımlar
oluşmuştur. Belli bir olgunluk düzeyine ulaşmış olan bu birikim artık belli bir
sentezci bakışı da mümkün kılmaktadır. Wolff, genellikle her ne kadar rasyonalist
felsefi geleneğe dahil edilse de, aslında sentezci bir bakışa sahiptir.
Yukarıda Wolff’un felsefesinin günlük yaşam ve günlük dille ilişkisine, yani
felsefesinin empiriyi ilgilendiren yanına işaret ettim. Fakat Wolff, daha sonra gelecek bütün klasik
Alman felsefecileri gibi, sentezi, rasyonalist felsefi geleneği temel alarak
gerçekleştirmek istemektedir. 17. yüzyılın ortalarından itibaren felsefenin
yeniden kuruluş meselesi, felsefenin sadece kendi kendisini taşıyabilecek sağlam
bir temele oturtulması ve sağlam taşıyıcılar üzerine kurulması değildir. Bilimler
sistemi içinde felsefeye ‘bilimlerin bilimi’ olma ödevi atfedilir. O halde,
sağlam bir temel üzerine inşa edilmek istenen felsefe, sadece kendi kendisinin
taşıyıcısı değildir, felsefe aynı zamanda diğer tüm bilimlerin de taşıyıcısı
olarak kurulmalıdır. Burada artık söz konusu olan genel olarak felsefe de değildir.
Wolff, Aristoteles’in ontolojiyi ve teolojiyi bir araya getirdiği metafiziğe
atfettiği “ilk felsefe” olma özelliğini, ontolojiyi ve teolojiyi birbirinden
ayrıştırdıktan sonra sadece ontolojiye yükler. Bu durumda ilk felsefe olarak
ontoloji, hem kendi kendisinin, hem diğer felsefe bilimlerinin, hem de empirik
bilimler de dâhil olmak üzere diğer tüm bilimlerin taşıyıcısıdır. Modern
felsefenin kuruluş çağında büyük sistem denemelerinin ortaya konmasının neden
budur.
Dünya bilgeliği olarak
tasarlanan felsefenin ilk ve temel disiplini olan ontolojiyi, Wolff, özellikle
üçüncü derste göstermeye çalıştığım gibi, günlük hayat da dahil hayatın bütün
alanlarını aydınlatmayı amaçlayan felsefi bir bilim olarak tasarlar.
Ontolojinin kavramlarını yapay bir şekilde türetmek yerine halkın konuştuğu günlük
dilden esinlenerek, hatta devralarak geliştirmesi gerektiğine işaret etmesinin
nedenlerinden birisi budur. Felsefe halk ile ancak bu şekilde buluşabilir ve
kendisini halk ile halkta gerçekleştirebilir. Bu açıdan bakınca Wolff ‘un
ontolojiyi sadece diğer felsefi disiplinlerin ve diğer tüm bilimlerin
taşıyıcısı olarak değil, aynı zamanda bütün toplumsal yaşamın taşıyıcı bilimi
olarak tasarladığı pekâlâ görülmektedir. Burada ileri sürmeye çalıştığım iddia
temel alınacak olursa, Wolff’un ontolojiyi ilk felsefe olarak yeniden kurma
çabası aynı zamanda bir bütün olarak tüm kurumlarıyla toplumu yeniden kurma
çabası olarak tanımlanabilir –ki Wolff’un felsefenin yeniden kuruluş
sorunsalına dair sergilediği bu hem teorik hem de pratik kapsamlı yaklaşım,
Leibniz’ten Hegel’e kadar tüm klasik Alman filozoflara has bir yaklaşımdır.
Alıntılanan Kaynaklar
-
Wolff, Chr., Erste Philosophie oder Ontologie (İlk Felsefe ya da Ontoloji (Latince-Almanca)), yay. Dirk Effertz,
Felix Meiner Verlag, Hamburg, 2005.
-
Leibniz,
G.W., Versuch in der Theodicée über die
Gründe Gottes, die Freiheitdes Menschen und den Ursprung des Übels (Tanrının İyiliği, İnsanın Özgürlüğü ve
Kötünün Kökeni Üzerine Teodise Denemesi), Philosophische
Werke in vier Bänden (Dört Ciltte
Felsefi Eserleri), c. 4 içinde, yay. Ernst Cassirer ve Artur Buchenau,
Felix Meiner Verlag, Hamburg, 1996.
[1] Hegel, eski metafizikten felsefenin
ilerlemesi, bugünün ve geleceğin felsefesinin kurulması için kurtarılabilecek
ne varsa, hepsini Mantık Bilimi adlı eserinde
temellendirdiği diyalektik felsefe çerçevesinde kurtarmıştır. Aslında en geç
Hegel’in Mantık Bilimi’nden sonra
felsefi disiplin olarak Metafizik ortadan kalkmıştır.
[2] Metin
içinde alıntılanan kaynak: Wolff, Chr., Erste
Philosophie oder Ontologie (İlk
Felsefe ya da Ontoloji (Latince-Almanca)), yay. Dirk Effertz, Felix Meiner
Verlag, Hamburg, 2005.
[3] Leibniz’in Tanrının İyiliği, İnsanın Özgürlüğü ve Kötünün Kökeni Üzerine Teodise
Denemesi başlıklı eseri onun hayattayken yayınlan tek eseridir. Eserin
başlığında kullanılan Teodise kavramı,
Leibniz tarafından eski Yunanca theos
(Tanrı) ve dike (adalet)
kavramlarından türetilmiştir.
[4] Elbette Leibniz’in burada kullandığı
çelişki kavramı, henüz Hegel’de gördüğümüz, çelişki kavramı kadar gelişkin değildir.
Yine de Leibniz çelişki kavramını içerdiği karşıtlıkların birbirini dışlayan anlamında
değil, yani düalist anlamda ya da formal mantıkta kullanıldığı “ya o ya bu” anlamında
değil, yani gerçek ve yanlışın birbiriyle herhangi bir ilişkisinin olmadığı
anlamında değil, tersine, birbiriyle iç içe geçmiş, birbiriyle içsel organik
ilişkisi olan diyalektik karşıtlık olarak almak gerekir. Bunu örneğin
Leibniz’in fark konseptinden hareketle açıklamak mümkündür –ki Hegel çelişki
kavramına farkı (iletişimsel durum), karşıtlığı ve ayrılığı (çatışma durumu) da
dahil eder.
[5] Leibniz, G.W., Versuch in der Theodicée über die Gründe Gottes, die Freiheitdes
Menschen und den Ursprung des Übels (Tanrının İyiliği, İnsanın Özgürlüğü ve Kötünün Kökeni
Üzerine Teodise Denemesi),
Philosophische Werke in vier Bänden (Dört Ciltte Felsefi Eserleri), c. 4
içinde, yay. Ernst Cassirer ve Artur Buchenau, Felix Meiner Verlag, Hamburg, 1996,
s. 119.