Christian
Wolff ve İlk Felsefe ya da Ontoloji/ÜÇ
I.
Ontoloji’nin Durumu: İlk Felsefe Olarak Ontoloji Kendine ve
Topluma Yabancılaşmıştır
PDF için tıklayınız...Christian Wolff, Ontoloji’ye, Ortaçağ’da gerçekleşen dış müdahaleler
sonucu kaybolan itibarını Ontoloji’yi yeni temellerde yeniden kurarak iade
etmek istemektedir. Wolff’a göre Ontoloji’nin itibarını kaybetmesinin iki büyük
nedeni vardır. Bunlardan ilki, Skolastik düşünürlerin Ontoloji’yi Teoloji’nin
hizmetçisine dönüştürmüş olmasıyla ilgilidir. Bu, Ontoloji’nin Teoloji’nin ön
kabullerine ve amaçlarına göre tanımlanmasına götürmüştür. Bu, daha önce işaret
ettiğim gibi, Wolff’a göre, Ontoloji’nin kavramlarının keyfi dolayısıyla “karanlık”
içeriklerle doldurulmasına beraberinde getirmiştir. Wolff ise Ontoloji’nin kendi
kavramlarına yine kendileri ve onların hakikatte temsil ettikleri temel
alınarak anlam kazandırılması gerektiğini düşünmektedir. Bunun nasıl
olabileceğine ilişkin önerisini aşağıda göreceğiz.
Ontoloji’nin, Teoloji’nin gereksinimleri temel
alınarak kendi amacına ve bilimsel ödevine aykırı kullanılması, O’nu hem
kendine hem de toplumsal yaşama yabancılaştırmıştır. Öyle ki; Ontoloji, toplumda
bir “yabancı dil sözlüğü” olarak algılanmaya başlamıştır –ki orada Ontoloji’nin
ifadelerinin ve kavramlarının anlamlarına dair önerilen açıklamaların çoğunun
da zaten kullanılır bir yanı bulunmamaktadır. Ontoloji’nin kavramlarının
“yüksek fakültelerde” ve “felsefenin diğer alanlarında” kötüye kullanılması
sonucu, onun sanki “çok büyük kısmından vaz geçilebilir felsefi ifadelerin
açıklandığı bir yabancı dil sözlüğü olduğuna dair yanlış (bir –DG) kanı
uyanmıştır” (7).
Ontoloji, bu şekilde kötüye kullanılmasından
dolayı kamuoyunun gözünde itibardan düşmüştür. Buna ayrıca, Wolff’un değerlendirmesine
göre, Descartes’ın felsefeyi yenilemek için girişmiş olduğu felsefi eylemde, yani
eskiyi yıkıp yerine yenisini kurmayı amaçlayan felsefi çabada, yıkılanda
yeninin yapımı için kullanılabilecek değerli bazı ‘eski’ malzemenin de kısmen zarar
görmüş olmasını eklemek gerekmektedir. Bu özellikle ontolojik kavramların
tanımlanıp tanımlanamayacağı sorusuyla ilgilidir. Descartes, ontolojik
kavramların tanımlanmaktan çok tanımlanmadan anlaşılmaya daha uygun olduklarını
ileri sürmüştür –ki O, bu duruşunda (geçen dönem “17. Yüzyıl Felsefesi”nde de
gördüğümüz gibi) hep ısrarlı olmuştur. Wolff’a göre Descartes’ın felsefeyi yenileme
eyleminde girişmiş olduğu bu tek yanlı yıkıcı eylemi, Ontoloji’nin iyice
itibardan düşmesinin ikinci önemli nedenidir (7).
Wolff’un Ontoloji’nin kötüye kullanılması
sonucu oluşan durumu betimlerken “yabancı dil” ifadesini kullanmış olması son
derece anlamlıdır. Wolff’un yukarıda Ontoloji’nin durumuna dair sunmuş olduğu her
iki betimlemeye yakından bakınca görülecektir ki her ikisi aynı sonuca
götürmektedir: Ontoloji hem kendisine (amacının ve kavramlarının kendine
yabancı tanımlanması ya da hiç tanımlanmaması sonucu) hem de topluma
(kavramların karanlıklaşması sonucu) yabancılaşmıştır. Böylelikle Wolff’un İlk
Felsefe’yi ya da Ontoloji’yi yeniden kurma çabasının amacı açıkça
görülebilmektedir: Ontoloji’nin kendisine ve topluma (“insan soyuna”) yabancılaşmışlığının
ortadan kaldırılması. Bu nedenle Wolff, ikinci dersimizde işaret ettiğim gibi,
ontolojiyi “insan yaşamının durumlarına … uygulanabilen” bir felsefi bilim olarak
yeniden kurmak istemektedir (23).
II.
Ontoloji’nin İlk Felsefe Olarak Varlığı İçin “Yeter Neden”
Var mıdır?
Ontoloji’nin hem kendisine hem de topluma/insanlığa
yabancılaşmışlığının ortadan nasıl kaldırılabileceği sorusuna geçmeden önce; Christian
Wolff’un Ontoloji’nin varlığını ve Ontoloji’nin varlığını “İlk Felsefe” olarak
nasıl gerekçelendirdiğine bakalım.
Birinci dersimizden hatırlayalım. Wolff”un,
Felsefe’yi “kesin” (gewiß) ve
insanlığa “yararlı” (nützlich) hale
getirmeye karar verdikten sonra kendisiyle yapmış olduğu büyük tartışma neydi? İlk
bilim ya da temel bilim hangisidir, Felsefe mi, yoksa Matematik mi?
Genel olarak Matematik’in (örneğin Descartes
tarafından), özel olarak da Geometri’nin (örneğin Hobbes tarafından) “kesin”
olduklarına inanılması nedeniyle Yeni Çağ’da yaygın olarak neredeyse tüm bilimlere
temel alınması için önerildiğini hatırlayalım. Öklitçi geometri revaçta olan
neredeyse tek temel bilimidir en geç 17. yüzyıldan beri. Bilimler sistemi içinde
Felesefe’nin yerinin olup olmadığına ve eğer yeri var ise bunun neresi olduğuna
karar verebilmek için, Wolff her şeyden önce Öklitçi geometrinin temellerini
incelemeye koyulur. İlk dersimizde gösterdiğim gibi bu araştırmanın sonunda
Wolff, Öklit geometrisinin de ontolojik kavramlara dayalı olduğu konusunda
kesin kanaat getirmiştir. Neden? Araştırması sonunda Wolff, Öklit’in kullandığı
ilkelerin bir kısmının “isim tanımlamaları” (tiones nominales) olduğunu görmüştür ki isim tanımlamalarında Wolff’a
göre birazcık bile olsa gerçek bulunmamaktadır. İlkelerin diğer kısmının (axiomata) ise yakından bakıldığında ontolojik
önermeler olduğu görülmektedir.
Öklit tarafından kullanılan ilkelerin bir kısmı bir taraftan kendilerinde
aslında gerçeklik olmayan isim tanımlamalarıdır; diğer taraftan çoğu ontolojik
önermeler olan aksiyomlardır. Ve böylelikle Matematik’in bütün kesinliğini ilk
ilkelerini aldığı İlk Felsefe’ye borçlu olduğunu kabul ettim (9).
Görüldüğü gibi Wolff araştırmaları sonucu; yöntem
bakımından da yaygın olarak ‘temel bilim’ olarak kabul edilen Matematik’in temellerinin
bir taraftan aslında göründüğü kadar sağlam olmadığı; diğer taraftan da ona
atfedilen sağlamlığın doğrusu ondan kaynaklanmadığı konusunda tam kanaat
getirmiştir. Bu araştırma sadece Matematik’in temel bilim olmadığını göstermektedir.
Matematik’in temel bilim olmadığının kanıtı otomatikman Felsefe’nin temel ya da
ilk bilim olduğunu kanıtlamaz. Felsefe’yi temel bilim olarak kurabilmek için
başka/ek kanıtlar gerekmektedir. Wolff bu konuda kesin emin olabilmek için ne
yaptığını aşağıda şöyle özetliyor. Matematik’in temel bilim olmadığını, tersine
onun kendisinin de sanıldığı gibi kendisine dayanmadığını gördükten sonra:
Bunun üzerine felsefede teoremleri, öznenin
belirlenimlerinden gereğine uygun olarak çıkarımlar yaparak kanıtlamaya ve
ilkeleri tekrarlanan kanıtlarla kanıtlanamaz olana geri götürmeye çalışırken, …Matematik’te
olduğu gibi (başka –DG) her tür gerçek bağlamında da sonunda İlk Felsefe’nin
ilk ilkelerine geri dönüldüğünü gördüm. Bu nedenle artık kesin ve yararlı
olabilmeleri için Felsefe’nin ve her şeyden önce de yüksek fakültelerin, İlk
Felsefe’nin bu bilimsel şekliyle ortaya konmasıyla, bilimsel yönteme göre ele
alınabilecekleri konusunda şüphem kalmamıştı (9).
Sanırım Wolff’un bu açıklamaları son derece açık ve
anlaşılırdır.
Wolff bu konudaki incelemesini Matematik ile sınırlamadığını, örneğin Fizik’i
de benzer bir incelemeye tabi tuttuğunu ve her seferinde aynı sonuca ulaştığını
belirtiyor ve bu nedenle sistemini “bütün bilimin, Matematik’in bile
temellerini” (5) sunacak bir şekilde tasarladığını açıklıyor. O halde İlk
Felsefe’nin ya da Ontoloji’nin Matematik de dâhil bütün bilimlerin temeli
olarak tasarlanması gerekmektedir. Aksi takdirde 19. yüzyılın ortalarından
itibaren yayılarak iyice hâkim olmaya başladığı şekliyle Mantık çerçevesinde
Felsefe Matematik’e indirgenirse, geride ne yazık ki Felsefe kalmaz. Tersine Felsefe’nin
Matematik’e de temel oluşturacak bir şekilde yeniden tasarlanması gerekmektedir.
III.
Ontoloji’nin Neliği, Konusu ve Yöntemi
Wolff araştırmasının sonunda Ontoloji’nin İlk Felsefe
olarak gerekliliği konusunda kesin bir yargıya vardıktan sonra onun nasıl
iyileştirilebileceği sorusu üzerine düşünür. Burada Ontoloji’nin neliğine,
konusuna ve yöntemine dair soruları araştırmaya yönelmeden önce kendisine
yöntem açısından son derece önemli bir ilkeyi temel edindiğini açıklıyor –ki bu
Wolff’un birçok bakımdan Aristoteles’e geri döndüğünü gösteriyor. Nedir bu
ilke? Wolff’u doğrudan aktaralım:
İlk Felsefe’nin gerekliliği, hatta kesinlikle
vaz geçilmez zorunluluğu konusunda tam olarak ikna olduktan sonra O’nun
iyileştirilmesi üzerine düşünmeye başladım. Kendime genel varolana ve ona ait
olan yüklemlere dair apaçık kavramları aramayı amaç edindim; ister bir bütün
olarak varolan kendi başına göz önüne alınsın ister varolan olduğu sürece diğer
varolanlarla ilişkilendirilsin; ayrıca bu kavramlardan, Mantık’ta yeterli
olarak kanıtladığım gibi, bazı belli sadece bunların çıkarım için
kullanılabileceği önermeler kazanmayı hedefledim; son olarak bu önermelerin
kanıtı söz konusu olduğunda, aynı şekilde Mantık’ta ortaya koyduğum gibi,
tanıtmalı yöntemde olması gerektiği gibi, sadece önceden kanıtlanmış ilkelere
müsaade etmeyi temel edindim (10-11).
Bu açıklaması da açıkça gösterdiği gibi, Wolff yeniden
temellendirmeye çalıştığı Ontoloji’de ya da İlk Felsefe’de genel olarak
varolanın, varolanın yüklemlerinin ve varolanın varolduğu sürece varolanlarla
ilişkilerinin ele alınmasına müsaade etmek istemektedir. Wolff’un bu yaklaşımında,
yirminci yüzyılda Ontoloji’nin yerine Epistemoloji’yi geçirip, varolanı varolan
olarak incelemeyi amaç edinen Aristotelesçi ontolojik gerçekçilik yerine belirsiz
mistik bir varlık kavramıyla çalışmak isteyen Martin Heidegger gibi “yeni tip”
metafizikçilerin bugüne kadar başını ağrıtan ve bundan sonra ağrıtacak olan
büyük ontolojik gelenek ifadesini bulmaktadır.
Fakat Wolff Ontoloji’yi yeniden kurmaya
yönelirken ne basit bir şekilde Aristoteles’e dönüyor ne kendi iddiasına göre
tek yanlı yıkıcı olan Descartes’ı sürdürüyor ne de Skolastik onto-teolojik anlayışı
yeniden yeşertmeyi amaçlıyor.
Wolff, Ontoloji’nin neliğini tanımlarken onu İlk
Felsefe olarak adlandırması ve Ontoloji’nin konusunu belirlerken varolanı
varolan olarak araştırmayı amaç edinmesi bu bağlamda elbette Aristotelesçi geleneği
sürdürmeyi amaç edindiğini gösteriyor. Fakat Wolff, felsefe tarihi boyunca
bütün Aristotelesçilere baş ağrısı veren ‘hareket etmeden hareket ettiren’
kavramında gizli teolojik yaklaşımı (bu mantıksal/rasyonel bir teoloji bile
olsa) üstlenmiyor. Aynı şekilde Descartes’ın Felsefe’yi yeniden temellendirmek
için Skolastik felsefeye karşı giriştiği yıkıcı saldırıdan sonra ‘açınım teolojisi’ne
de yönelmiyor. Fakat aynı zamanda yeniden kurulacak Ontoloji’de Skolastik
felsefenin bu alanda edinmiş olduğu tarihsel kazanımları da göz ardı etmek
istememektedir. Bu özellikle Skolastik felsefecilerin geliştirmiş olduğu
ontolojik kavramlarla ilgilidir. Skolastik ontolojinin geliştirmiş olduğu
ontolojik kavramların “karanlık” olduğunu söylemek, onları bir tarafa itmek ya
da atmak istemek anlamına gelmemektedir. Tersine Wolff’a göre onların
birçoğunun yeniden apaçık tanımlanarak modern Ontoloji çerçevesinde verimli
kılınması mümkündür:
Bugün Ontoloji’nin ismi kadar aşağılanan başka
bir isim bulunmamaktadır. Zira Skolastikçilerin araştırması, felsefenin çok
gerekli ve temel bir bölümünü kötü görülmeye teslim ettikten sonra, aceleciliğe
dayalı yargılayanlar onu tamamıyla bir tarafa attılar –ki (bu –DG) bilimlere
zararlı olmuştur. Ama biz onun verimsiz incelemesini verimliye dönüştürmekle onu
maruz kaldığı aşağılanmadan kurtarıyoruz (19).
Bununla birlikte Wolff Ontoloji’nin Teoloji’den tamamıyla
ayrılması gerektiğini düşünmektedir. Teoloji’yi temel alan ya da sadece
Teoloji’ye hizmet etmek üzere tasarlanan Ontoloji, bilgiyi salt inanca
dayandıran bir kuruma dönüşmüştür. Bunun karşısında Wolff, inancı, kendi
deyimiyle bilimsel deneyim, bilgi ve bilincince dayalı “gören inanç”a
dönüştürmek istemektedir. Wolff bu amaçla “Açınım Teoloji’sini “Doğal Teoloji”
olarak yeniden kurmayı amaçlamaktadır. Bu ise onun Felsefe’yi, Teoloji’yi ve
diğer bilimleri köklü bir şekilde reforme etmek istediğini ve onları empirik ve
teorik olarak tamamıyla kanıtlanabilir ilkeler üzerinde yeniden kurmayı amaç
edindiğini göstermektedir.
Wolff’a göre Felsefe’nin ve bütün diğer bilimlerin
bilimselleştirilmesi talebi bunu gerektirmektedir. Ontoloji en soyut bilim
olduğu için çoğuna özellikle O’nda sanki tanıtlamaya gerek yokmuş gibi
gelmektedir. Oysa diğer tüm bilimlerin temelini oluşturduğu, yani en temel
bilim olduğu için tam da Ontoloji’nin çok güçlü bilimsel temeller üzerine oturtulması
gerekmektedir. Özellikle “Ontoloji’de sadece yeterince açıklanmış olana ve
şüphe götürmez kanıta ve deneyime dayanana yer verilmelidir (21-23).” Bunun için Wolff, “tanıtlama yöntemi” (methodo demonstrativa) önermektedir. Bu
yönteme göre her şeyin apaçık olması, yeterli kabul görmesi ve gerçek olarak
bilinmesi gerekmektedir. Ontoloji ancak bu şekilde “bilim” (21/23 –vurgu Wolff’a ait) olabilir.
Ontoloji’yi bir bilim olarak yeniden kurmak
isteyen Wolff, Ontoloji’yi bilimselleştirmesi için gerekli gördüğü “tanıtlama
yöntemi”nden sadece bazılarını saymış olduğumuz teorik kanıt kıstaslarının yerine
getirilmesini talep etmemektedir.
İkinci dersimizin sonunda Descartes’ı takiben Wolff’un
da aynı zamanda praksisi teorik olarak temellendirmeye çalıştığına işaret
etmiştik. Bu nedenle Wolff’a göre, Ontoloji’nin ilkelerinin, kavramlarının
sonunda “insan yaşamının hallerine uygulanabilir” (23) olması gerekmektedir,
yani gerçeğin (ya da doğrunun) kanıtı da sonunda en soyut bilim olan
Ontoloji’de de yine praksistir. Zira bütün diğer bilimler gibi Ontoloji de uzun
yılların pratik ve teorik çabası sonucu oluşan ilkelerini ve kavramlarını
pratik yaşama borçludur.
IV.
Ontolojinin Temelleri
Ontoloji’nin temelleri söz konusu olduğunda Wolff’un hem felsefi
dâhiliği hem de en sorunlu olan bir yanıyla karşı karşıya geliyoruz. Zira Wolff
Ontoloji’yi iki ilke üzerine kurmak istemektedir. Bunlar sırasıyla “çelişki
ilkesi” (Principio Contradictionis/Widerspruchsprinzip) ve “yeter neden
ilkesi” (Principio rationis sufficientis/Das Prinzip des zureichenden Grundes).
Wolff’un dâhiliği Ontoloji’yi bu iki ilke
üzerine kurmaya çalışmış olmasıyla ilgilidir. Ontoloji’yi bu iki ilke üzerine
kurmaya çalışmak demek, bütün bilimleri bu iki ilke üzerine kurmayı denemek,
daha da ötesi bütün evreni bu iki ilkeden hareketle teorik olarak tasarlamaya
çalışmak demektir. Bu gerçekten de hayran olunası bir dünya tasarımıdır.
Bu bağlamda Wolff’un tasarımının en sorunlu
yanı kanımca hem bu ilkelerin sıralanması hem de tanımıyla ilgilidir. Ontoloji
çerçevesinde kanımca ilk sırada varlığı temellendiren “yeter neden ilkesi”nin
gelmesi gerekmektedir. Zira çelişki varolanların hem iç hem de birbirleriyle
olan ilişkisinde işleyen bir ilkedir. Bu nedenle kanımca varlığın var olduğunu ön
koşmadan çelişkinin varlığından hareket etmek mümkün değildir.
Wolff’un Ontolji kuramının daha büyük sorunu
çelişki ilkesini tanımlamasıyla ilgilidir. Wolff, Ontoloji çerçevesinde çelişkiyi,
Aristoteles’in önermeler mantığı çerçevesinde tanımladığına benzer bir şekilde
(65), yani çelişki ilkesini bugün modern mantık çerçevesinde “çelişmezlik ilkesi”
olarak tanımlandığı gibi tanımlıyor. Şöyle diyor: “Aynı şeyin aynı zamanda
olmasının ve olmamasının olması mümkün değildir (63).”
Wolff bunu ruhumuzun/tinimizin kendi özü/doğası
olarak tecrübe ettiğinden hareket ediyor. Wolff’un
çelişki ilkesine dair bu tanımı, onun varlık ve varolan tasarımını doğrudan
belirliyor kuşkusuz. O’nun bu yaklaşımıyla varlıkta vuku bulan ve herkes
tarafından gözlenebilen hareketi ve değişimi açıklaması mümkün değildir,
temellendirmesi hiç mümkün değildir. Zira burada varlığın ve varlıkta
varolanların kendisine/kendilerine özdeş olduğu ve özdeş kalacağı düşüncesinden
hareket edilmektedir. Sürekli hareket halinde olan ve çelişkilerle dolu varlığı
çelişmezlik ilkesinden hareketle kuramlaştırmaya çalışmak elbette son derece sorunludur.
Oysa geçen dönem “17. Yüzyılda Felsefe”
dersimizde gördüğümüz gibi Leibniz Monadoloji’sinde
varlığın ilkesini çelişki ilkesi olarak tanımlıyor ve bu ilke varlığı hareket
ettiren varlığa içkin bir ilke olarak ortaya koyuyor.
Wolff’un varlığa içkin çelişki ilkesini bu
şekilde son derece sorunlu bir şekilde tanımlamasına karşın “yeteri neden
ilkesi”ne ilişkin yapmış olduğu belirleme elbette dikkate değerdir. Fakat bu
bağlamda varlığın “birşey” ve “hiçlik” gibi kategorilerine ilişkin
açılımlarında elbette çok yeni bir şey bulunmamaktadır: “Yeteri nedenden birşeyin neden varolduğunun kavrandığı yeri
anlıyoruz (129).” Ya da biraz aşağıda şöyle diyor: “Zira bir neden aracılığıyla
birşeyin neden varolduğunu kavrıyoruz (143).” İşte Wolff’un Ontoloji’sinde Leibniz’den
kaynaklanan en güçlü yanlarından birisini görüyoruz burada: varlığını
gerekçelendirmeyen hiçbir şeyi varlıkta ve bilimlerde varolarak kabul etmemek.
Bugüne kadar teologların göz ardı ettiği ve bu nedenle de henüz üstesinden
gelemedikleri yeter neden ilkesinin işlevini Wolff şöyle betimliyor:
Eğer yeter neden ilkesi kaldırılırsa,
gerçek dünya, olanların nedenin yerine insanın isteklerinin durduğu masal
dünyasına dönüşür (185).
Bu nedenle filozofların ve bilimcilerin dünyada olup biten
her şeyi açıklamaktan başka çareleri ne yazık ki bulunmamaktadır. Onlar bir
çocuk gibi her daim “neden?” diye sormadan edemezler. Bunu şöyle betimliyor
Wolff retorik bir soru sorar gibi yaparak:
Zira çocukların erken gençlik dönemlerinde
aklın kullanılması kendini gösterir göstermez gördüğümüz gibi, bizim her
durumda bu olanın neden olduğunu sorma eğiliminde olduğumuzu kim bilmez ki
(169).
Bu nedenle İlk Felsefe’de, bütün varolanlara ya mutlak
olarak ya da belli bir verili koşulda ait olanın kanıtlanması zorunludur. Bu
söylediklerinde Wolff, kendisini iyi bir aydınlanmacı olarak belli etmektedir.
Varolan her şeyin varlığını aklın mahkemesi önünde gerekçelendirmesi
gerekmektedir.
V.
Ontoloji’nin Amacı
Ontoloji’nin amacı söz konusu olduğunda hem Wolff’un
ontoloji kuramının en güçlü olan yanıylarından birisiyle hem de Wolff’un ontolojisini
diğer ontoloji kurmaları karşısında güçlü kılan bir yanıyla karşı karşıyayız. Bugün
Ontoloji ya da Varlık Felsefesi deyince, akla son derece soyut, ne doğru dürüst
bilimlerle ne de günlük hayatla herhangi bir ilişkisi olan bir felsefi disiplin
gelir. Oysa Wolff’a göre Ontoloji’nin bir varlık gerekçesi olduğu ya da “yeter
neden” önkoşulunu yerine getirdiği kendisini tam da teker teker bilimler ve insan
yaşamının her alanı, ama özellikle günlük hayat bağlamında göstermektedir. Wolff’a
göre modern Ontoloji’nin iki temel görevi yerine getirmesi gerekmektedir.
1. Ontolojinin Bilimlerin
İçindeki ve Arasındaki Temel Görevi
Bunlardan ilki, bilimlere temel oluşturan ilkelerin ve kavramların
kökenleriyle birlikte anlamlarının açık ve seçik olarak ortaya çıkarılmasıdır. Neden?
Bu sorunun yanıtını yine Wolff’un kendisini doğrudan aktararak vermeye çalışalım:
Eğer Mantık’ta, Pratik Felsefe’de, Fizik’te,
Doğal Teoloji’de, Genel Kozmoloji’de ve Psikoloji’de her şeyin sıkı bir şekilde
kanıtlanması gerekiyorsa, çok sıkça ontolojik ilkelerin uygulanması gerekmektedir
(21).
Bu nedenle:
İlk Felsefe’den karalığın kovulmasına bizi iten
temel neden, diğer disiplinlerin kendilerine yeterli ışıktan yoksun kalmamaları
içindir (25).
Wolff’un bu açıklamasından da görüldüğü gibi modern
ontologlar -bilimi ve bilimselliği yıkmak isteyen Heidegger vari ontolojinin
tersine-, Ontoloji’nin sorunlarını çözmeye çalışırken epirik ve teorik bilimler
sistemini bir bütün olarak kurmak istemektedirler. Zira Ontoloji, diğer
bilimlerin kurulması için şarttır. Zira Ontoloji olmadan diğer bilimlerin
hepsine aynı anda temel oluşturan ilk ilkelerin ve kavramların teker teker
bilimler tarafından ya da kendiliğinden düzenlenmesi mümkün değildir. O halde,
Ontoloji, diğer bilimleri birleştiren, böylece bilginin birliğini kuran, yani
kapsayıcı genel kavramlar oluşturduğu için bilgiyi genel geçer bilgiye
dönüştürebilecek bir bilimdir.
Şimdi, yukarıda Ontoloji’nin teker teker
bilimlerin içinde üstlenmesi gerektiği rolüne ilişkin söylenmesi gereken
şimdilik söylendi. Bu konu başlığı altında işaret edilmesi gereken son derece
önemli bir konu daha var. Eğer Ontoloji, geliştirmiş olduğu ilk ilkeler ve
apaçık tanımladığı kavramlar aracılığıyla bilimler arasında birliği sağlıyorsa,
peki bu durumda Ontoloji’nin diğer bilimler ile kurulması bir zorunluluk olarak
görülen ilişkisini hangi açıdan tanımlayacağız? Burada Ontoloji’ye bilimlerin
merkezinde bir rol biçildiği kesindir. Fakat bu aynı zamanda bir altlık-üstlük
ilişkisini de içerecek mi; yoksa Ontoloji, geliştirmiş olduğu araçlarıyla diğer
bilimlerin hem içinde ve böylelikle hem de merkezinde dururken onlarla kuracağı
ilişki, farklı fakat eşit olanlar arasında bir ilişki mi olacak?
Wolff’un bilimler arasında Ontoloji’ye son
derce özgün bir yer verildiği kesin ve hem felsefi bir disiplin olarak kendine
has iç sorunları ve iç ilişkileri olan –bu nedenle de özel bir bilim olan- hem
de diğer bütün bilimleri “kesen” –bu nedenle de genel bir bilim olan- bir
bilimdir. Ontoloji’nin diğer bilimlerle olan bu ilişkisini Wolff açısından
nasıl tanımlamak gerektiği konusunda görebildiğim kadarıyla kesin bir şey
söylemek mümkün değildir. Fakat sorun burada bilim ve bilgi olduğu için, söz
konusu ilişkiyi, bugün akademik dünyada yaygın, hatta tek belirleyici etmen olan
güç ve iktidar ilişkileri açısından tanımlamamak gerekir. Bugün akademide ilişkiler
belirlenirken teker teker her bilimin bilimler sistemi içindeki yerine ve
işlevine bakarak ona bir yer verilmemektedir. Tersine akademide bugün ilişkiler,
hangi fakültede daha fazla kişinin istihdam edildiği ve hangi fakültenin üniversitenin
döner sermayesine katkıda bulunup bulunmadığı, bulunuyorsa ne kadar bulunduğu gibi
bilgi ve bilim olarak tanımlanan şeyin doğasına dışsal kıstaslar üzerinden
düzenlenmektedir. Ne var ki bu, bilginin elde edilmesine ve bilimin gelişmesine
aykırı bir durumdur. Bu nedenle –Wolff’un konuya nasıl baktığı sorusundan da biraz
soyutlayarak- şöyle genel bir belirlemede bulunulabilir: felsefeyi, bilimleri
ve dolayısıyla bilgiyi geliştiren, yayan ve genel toplumsal mülkiyete
dönüştüren ilişki biçimi, farklılar (özgürler) arasında olan eşitlikçi bir
ilişki biçimidir. Wolff’un da parçası olduğu Aydınlanmacı hareket açısından Ontoloji’nin
bilimlerle olan ilişkisine dair böyle genel bir belirleme yapılabileceği
kanısındayım. O halde, ‘Ontoloji aynı zamanda diğer bilimlerin içinde ve
merkezinde dururken bile ilişkisini eşitlik ilkesine göre düzenlemek
zorundadır’ denebilir. Zira Felsefe’nin, bilimlerin ve bilginin başka bir
ilişki çerçevesinde özgürce kamusal bir İyi olarak gelişmesi kanımca mümkün
değildir.
2. Ontoloji Günlük Hayat
da Dâhil İnsan İlişkilerini Aydınlatmaya Çalışmalıdır
Görebildiğim kadarıyla son derece soyut bir felsefi bilim
olan Ontoloji ile günlük hayat üzerine bugüne kadar daha derinlemesine düşünmüş
başka bir filozof bulunmamaktadır. Wolff’un Ontoloji’ye atfettiği ikinci görev,
“insan soyuna” hizmet etmek olarak belirlediği görevle ilgilidir. Wolff’a göre Ontoloji’nin
ikinci görevi kavramın geniş anlamında günlük hayatı, yani henüz bilimsel
eleştirinin çok nüfuz edemediği insan ilişkilerini ve yaşamını aydınlatmaktır.
Böylelikle O’nun ikinci fakat en az birinci kadar öncelikli görevi günlük yaşam
da dâhil toplumsal yaşamın her alanını aydınlatılıp bilimselleştirilmesine
katkıda bulunmaktır.
Günlük hayat ve günlük dil Ontoloji’ye bu
konuda yeterince araç, olanak, çıkış ve hareket noktası sunmaktadır. Örneğin
günlük dil ‘amaç’, ‘neden’, ‘olanak’, ‘zorunluluk’, ‘gerçek’, ‘bir’, ‘birşey’,
‘düzen’, ‘tam’, ‘alan’ ya da ‘mekân’ gibi sayısız ontolojik kavramlarla
doludur. Günlük hayat en soyut bilim olan Ontoloji’ye kendine özgü teknik
kavramlarını oluştururken dahi sonuz seçenek sunmaktadır. Zira günlük hayatta
ve onun aynası olan günlük dilde Wolff’un “doğal ontoloji” olarak tanımladığı
kendiliğinden bir Ontoloji gelişmektedir:
Günlük apaçık olmayan ontolojik
kavramlar belli bir doğal ontoloji oluşturmaktadır. Bu nedenle (…) doğal ontoloji,
varolanlar hakkında yargı ifade ettiğimiz soyut ifadelere denk gelen, ruhsal
yetinin alışılmış kullanımıyla elde edilen, apaçık olmayan kavramlar karmaşası
olarak tanımlanabilir (51).
Wolff, bu günlük hayatın aynası olan günlük
dilde kendiliğinden gelişen “doğal ontoloji”nin apaçık olmayan kavramlarını
üstlenip onlara açık bir anlam kazandıran bilimsel anlamda asıl ontoloji olarak
tanımlanabilecek ontoloji’yi “yapay ontoloji” olarak tanımlıyor. Bu iki ontoloji
türü arasındaki ilişkiyi ve farkı betimlemek için Wolff “doğal mantık” ile
“yapay mantık” arasında ilişkiye gönderme yapıyor. Wolff’a göre nasıl ki “yapay
mantık, doğal mantığın apaçık bir şekilde serpilip saçılması ise (…), buna
benzer biçimde doğal ontolojinin apaçık serpilip
saçılması da yapay ontoloji olarak
adlandırılabilir (53).” Yeniçağ’da ya da daha doğrusu Aydınlanmacı felsefe
çerçevesinde geliştirilen ontoloji kuramı bu konuda Skolastik ontolojiden
ayrıldığını ileri sürüyor. Örneğin Wolff’a göre Skolastik felsefeciler aslında
günlük hayatta ve onun yansıması olan günlük dilde zaten varolan “doğal
ontoloji”yi geliştirerek devam ettirmekten başka bir şey yapmamışlardır; çünkü
onların kurduğu ontoloji de apaçık olmayan ya da “karanlık” kavramlarla
doludur. Bu bakımdan Skolastik ontoloji de aslında bir “doğal ontoloji”dir (51).
Buna karşı Wolff’un geliştirdiği ontoloji, günlük dilde kendiliğinden oluş olan
“doğal ontoloji”yi genişleterek ve geliştirerek devam ettirmek istememektedir.
Yani doğal ontolojiye ait olan
açık olmayan kavramlar, yapay ontolojide apaçık kavramlarla
ilişkilendirilmektedir ve bunlara bağlı olan belirsiz önermeler, belirli
önermelere geri götürülmektedir (53).
Bu nedenle Ontoloji’nin kendi teknik
terimlerini oluştururken bile bunu günlük hayata ve “alışılmış dile” (35)
yabancılaşarak yapması hiçbir şekilde gerekli değildir. Tersine Ontoloji
kavramlarını günlük hayatın bir nevi aynası olan günlük dilden kazanması
durumunda bu kavramların anlamlarına açıklık kazandırarak insanların günlük
ilişkilerini çok daha iyi anlamalarına ve günlük hayatlarında çok daha bilinçli
davranmalarına yardımcı olabilir. Yani Ontoloji, sadece bilimlerin temelini
oluşturacak ilk ilkeleri ve kavramları sunmakla yetinmiyor. Tersine
kavramlarını günlük dilden kazandığı ve onlara apaçık bir anlam kazandırdığı
için aynı zamanda günlük hayatın da aydınlatılması için gerekli
kavramsal-kuramsal bir temel sunmaktadır. Böylelikle ilk bakışta son derece
soyut felsefi bir bilim olan ontoloji, en sırdan insan ilişkilerinin dahi bir
parçası olabilir ve Ontoloji’nin günlük yaşam da dâhil insan yaşamına
yabancılaşmış halinden kurtulması için, kavramlarının çoğunu, onlara çoğu kez
günlük dilde kullanıldığından farklı hatta yeni bir anlam vermek durumunda olsa
bile, kendisine zengin bir seçim sunan günlük dilden kazanabilir. Bu, felsefeyi
günlük hayat ile bütünleştiremeye götürecektir. Diğer taraftan Ontoloji’nin
apaçık yeniden tanımladığı kavramlar, günlük hayat içine dalmış insanlara günlük
hayatlarını son derece bilinçli bir şekilde yeniden düzenleme olanağı
sunabilir. Bunu örneğin “benzerlik” ve “benzersizlik” kavramlarını açıklayarak
yapabilir –ki bu iki kavramı hemen herkes kullanır. Fakat bu iki kavrama dair
az çok açık bir fikri olmayan insanın hayatını bilinçli bir şekilde düzenlemesi
mümkün değildir. Aynı şekilde Ontoloji, günlük hayatın kavramlarını apaçık
yeniden tanımlayarak insanlara günlük hayatta “somut olanda soyut olanı görme”
(31) ya da biraz aşağıda ifade ettiği gibi “tekil olanda genel olanı görme”
(49) olanağı sunacaktır. Bu ise insanın yaşamını felsefi olarak yeniden
düzenlemesine götürmekten başka bir şey yapmayacaktır.
Wolff’un Ontoloji’yi günlük hayatla ve günlük
dille ilişkilendiriş biçimine bakıp bugün yaygınlık kazandırılmaya çalışılan
ontoloji kuramlarının yönelimi ve eğilimi konusunda bir fikir sahibi olmamız mümkündür.
Örneğin bugün yaygınlaştırılmaya çalışılan Heidegger’in ontolojik kutamıyla -ki
Heidegger’in ontolojik tasarım olarak sunduğunun gerçekten ontoloji olup
olmadığı son derece tartışmalıdır- karşılaştırılabilir.
Heidegger, zaman zaman (en hafif sözlerle) dile karşı şiddet uygulayarak
kendine has kavramlarla seçkin bir gruba, kesime ya da tabakaya hitap etmeye
çalışıyor. Buna karşın Wolff’un yüzü halka dönük, Heidegger’in tersine, dili,
kuramıyla halk arasına bir bariyer olarak yerleştirmek şöyle dursun,
yaklaşımıyla eğitim sisteminden kaynaklı zaten varolan söz konusu bariyeri
yıkmak istemektedir.
İnsanlığın geleceği üzerine ‘olmak ya da
olmamak’ gibi ağır kavramlarla ve perspektifsel bakışla düşünmek zorunda
kaldığımız yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde, Hans Heinz Holz gibi bazı
istisnalar hariç yirminci yüzyılın ontologlarının hemen hepsinin unuttuğu bu
özgürlükçü ve halkçı Ontoloji geleneğini hatırlamak, insanlığı, dönüp durduğu
labirentin içinde, onu, belki de yaşamına mal olabilecek bazı dönüşlerden
kurtarabilir.
Alıntılanan kaynak:
Christian Wolff,
Erste Philosophie oder Ontologie
İlk Felsefe ya da Ontoloji (Latince-Almanca),
yay. Dirk Effertz,
Felix Meiner Verlag,
Hamburg, 2005.
Fakat
sanırım Wolff’un yukarıda kullandığı “kanıtlanamaz olan” kavramı kısa bir
açıklama gerektiriyor. Wolff’un bu kavramla neyi kastettiğini tam olarak
kestirmek mümkün gözükmüyor. Fakat Wolff’un genel argümanı açısından da bu çok
fazla bir şey değiştirmiyor. Şöyle ki; “eski logizm” çerçevesinde Matematik’te
bazı “kanıtlanmaz gerçekler” olduğundan hareket edilirdi –ki bu, ünlü
matematikçi ve mantıkçı Gottlob Frege’nin zamanına kadar geçerli olmuştur.
Büyük olasılıkla Wolff “kanıtlanamaz olan” kavramı ile 19. yüzyılın sonlarına kadar
Matematik’te kullanılan “kanıtlanmaz gerçekler” anlayışına gönderme yapıyor.
Bu, Wolff’un kavramı kullandığı bağlam (Ontoloji, Mantık, Matematik) dikkate
alındığında en olası olandır. Fakat Wolff bu kavramı çok daha geniş anlamda
kullanıp örneğin sezgiye (intuition),
hatta Tanrı kavramına gönderme yapmış olabilir. Wolff hangi kavrama gönderme
yapmış olursa olsun, yeniden temellendirilen Ontoloji çerçevesinde kendinden
geçer hiçbir şey olmamalıdır. Bütün dünya tasarımını temellendirdiği iki
ilkeden birisi olan “yeter neden” ilkesi çerçevesinde temel edindiği ilkeye
göre “yeter nedeni” önkoşulunu yerine getirmeyen hiçbir Felsefe ve bilimler
çerçevesinde hiçbir şekilde geçerli kılınmamalıdır. Her şeyin sıkı bir şekilde
kanıtlanması gerekmektedir: “Biz genel olarak varolan üzerine felsefe ortaya
koyuyoruz: o halde varolanın mutlak ya da göreli yüklemlerini saymak yetmez,
tersine bu yüklemlerin ona neden ait olduğuna dair neden gösterilmesi gerekir
(11-13)”. Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz.