31 Mart 2013 Pazar

Epistemoloji’de Gerçek ve Gerçeklik/Nesne ve Nesnellik Sorunu


I. Gerçek Kavramı Üzerine
PDF için tıklayınız...Gerçek kavramı, hemen her dilde doğal olarak son derece sorunlu ve böylelikle kaçınılmaz olarak tartışmalı bir kavramdır. Bu, en başta konun kendisinden kaynaklanmaktadır. Gerçek kavramı ve dolayısıyla gerçek kuramı son derece karmaşık, birçok konunun iç içe girdiği bir konudur. Yani gerçek kavramı ve böylece gerçek kuramı bir bakıma hemen her şeyin gelip düğümlendiği, hemen her şeyin gelip dayandığı yerdir denebilir. Bu kadar temel bir öneme sahip bir kavramın ve kuramın konusunun tartışmalı olmasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat iyi bir epistemolojik kuramın bu karmaşaya açıklık kazandırması ve bir düzen getirmesi gerekir.
Gerçek kavramının sorunlu ve tartışmalı olmasının yanında dilden kaynaklanan sorunlar da vardır. Türkçe, Doğu ve Batı dillerin hep etkisinde olagelen bir dildir. Başka dillerden sürekli kavramlar devralmaktadır. Kavramların başka dilerden aktarılması doğal olarak bir sürü anlam kaymalarına ve değişimlerine neden olmaktadır. Başka dillerden devralınan kavramların Türkçede “yurttaş” olarak kendine has “doğal” bir anlama kavuşması kaçınılmaz olarak uzun zaman almaktadır. Hegel bunu, yani bir kavramın bir dilden başka bir dile geçip, geçtiği yeni dilde “doğal” bir anlam kazanma sürecini, kavramın “vatandaşlık hakkını” elde etme süreci olarak adlandırıyor. Fakat Türkçe’nin başka dillerden bu kadar kavram devralmasına karşın bu kavramlara dair yaygın bir tartışma bulunmamaktadır. Bu nedenle Türkçe’de birçok birbirine yakın Türkçe kavram anlam bakımından açıklanmadığı için yan yana durduğu gibi; başka dillerden devralınan kavramlarda yakın ya da benzer anlamlı kavramlarla yan yana durmaktadır. Gerçek kavramı birçok başka dillerden dilimize gelen benzer anlamlı kavramlar ile yan yana durmaktadır. Örneğin “real”, “reel”, “realite”, “realizm” gibi Latince kökenli kavramlar sıkça birbirine karıştırılarak kullanılmaktadır.
Doğal olarak Osmanlıca da bugünkü dilimizin hala ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sadece günlük dil için geçerli değildir. Aynı şekilde Osmanlıca’dan devralınan ve modern Türkçe kavramların yanında duran ve onlarla ilişkili olarak anlamlaştırmaya çalıştığımız yığınla teknik terim vardır. Örneğin Arapça kökenli “hakikat” kavramı bazen “gerçeklik” kavramı yerine, bazen ona karşıt kavram olarak kullanılmaktadır.
Buna bir de yapay kavramlar türetme konusunda varolan bazı çabaları da eklemek gerekir. Ayrıca günlük dilin çok anlamlılığının yaratmış olduğu karmaşanın bilimsel dil üzerideki etkisini de tartışmayı zorlaştırıcı bir etmen olarak anmamız gerekmektedir.
Burada son olarak elbette farklı felsefi disiplinlerin kavramlarının birbirine karıştırılmasını, tartışmayı ayrıca zorlaştırıcı bir neden olarak belirtmek gerekir. Örneğin daha çok ahlak felsefesinin kavramları olan “doğru” ve “yanlış” sıkça epistemolojik kavramlar olan “gerçek” ve “yanlış” kavramlarının yerine kullanılmaktadır.
Bu kavramların hepsini teker teker yerli yerine oturtmak ve dilimizde hepsine birbiriyle ilişkili olarak bir anlam vermek kendi başına bir iştir. Bunu “bilgi felsefesine giriş” yapmayı amaçlayan bir derste yapmak çok mümkün değildir. Bu nedenle bu derste işimizi birazcık kolaylaştırmak ve aramızdaki iletişimin dilden kaynaklanabilecek sorunlarını en aza indirebilmek için burada özellikle iki kavramla çalışacağım. Bunlar; “gerçek” ve “gerçeklik” kavramlarıdır.
Bu önlem, söz konusu iki kavrama dair tartışmayı az sorunlu kılmıyor. Fakat hareket ettiğimiz alanı biraz “temizliyor”. Değişik Türkçe sözlüklerde “gerçek” kavramı genellikle doğrudan nesnel dünyada olanlar anlamında tanımlanıyor. Yani “gerçek”, ontolojik bir kavram olarak tanımlanıyor. Fakat “gerçek” (İng. truth, Alm. Wahrheit, Fr. vérité) epistemolojik bir kavramdır.  Buna karşın “gerçeklik” (İng. reality, Alm. Wirklichkeit, Fr. réalité) bir ontolojik kavramlardır ve “bilinçten, tasarımlardan bağımsız olan varlık (düşünülmüş, düşlenmiş şeylerin karşıtı)” anlamına gelmektedir. Yani “her türlü öznel öğenin karşısında, ondan bağımsız nesnel olarak geçerliliği olan şey” demektir. O halde gerçek kavramını “öznel öğeyi” kapsayan, nesnel olarak var olan şeyin bilinçte yansıyan hali olarak tanımlayabiliriz. Kısacası; gerçek kavramının tanımlama alanı, kavramı dar anlamda da alsak, geniş anlamda da alsak, bilinç ve bilinç içerikleridir.
Bu nedenle Felsefe’de “gerçek” deyince bundan kavramın sıkı anlamında bir özellik anlaşılmaktadır. Bu özellik teorik arka plana göre bir tasarıma, bir yargıya, bir önermeye veya bir önerme cümlesine atfedilir. Türkçe’de bunun yerine bazen “doğru” kavramı kullanılır. Doğru kavramı, gerçek kavramıyla karşılaştırıldığında; gerçek kavramının nesnel geçerlilik talebi çok daha yüksektir. Doğru kavramı, daha çok ahlak felsefesinin bir kavramı olmasının yanında daha çok öznel geçerlilik çerçevesinde kalmaktadır. Bu nedenle epistemolojiye giriş yapmayı amaçlayan bu dersimizde açıkça epistemolojik içeriğe ve nesnel geçerlilik talebine sahip olan gerçek kavramını tercih ediyorum. Derste daha uzun tartışılacaktır.
Burada, özne-nesne ilişkisi bağlamında düşünülmesi durumunda, bir birincillik ve ikincillik ilişkisi (İng. primary ve secondary) kurulmaktadır. Birincil olan nesnedir, ikincil olan bilinç ve bilinç içeriği.
Her gerçek teorisi (kuramı) şu sorulara açık yanıt vermek zorundadır: gerçek nedir? (gerçeğin tanımı); gerçek nasıl saptanabilir? (gerçeğin kıstası); gerçeğin tanımı ve kıstası ile gerçeğe dair ne tür ön koşullar tanımlanmıştır? (gerçeğin koşulları); verilen gerçek tanımının var olan başka gerçek tanımlarıyla nasıl ilişkilendirilmiştir? (gerçeğin temellendirilmesi); gerçek ile bilgi edinimi arasında ne tür bir ilişki vardır? (gerçeğin sürekliliği); ve son olarak: gerçeğin teorik (kuramsal) ve pratik (kılgısal) önemi nedir? (gerçeğin anlamlandırılması).
Her gerçek teorisinin bu sorulara az çok açık bir yanıt vermesi gerekir. Fakat aslında, yakından bakıldığında, her önermenin (ki her önerme aslında aynı zamanda bir bilgi ve gerçek iddiasıdır) bu sorulara ilişkin verilmiş dolaylı bir yanıt üzerinde durduğu görülecektir.
II. Gerçek Kuramı Üzerine
Gerçeğin ne olduğu sorusu filozofları ilerden beri en çok meşgul eden sorulardan olagelmiştir. Zira hemen her şeyin gelip dayandığı şey, “gerçek nedir?” sorusudur. Bu nedenle gerçeğin ne olduğuna dair felsefe tarihinde sayısız tanımlama denemelerinin olmuş olması son derce doğaldır. Fakat sistematik açıdan bakılınca iki önemli temel tanımlama denemesi göze batmaktadır. Bunlardan ilkini Aristoteles’te görmekteyiz. Aristoteles’in gerçek kuramı, “uygunluk kuramı” (correspondence theory of truth) olarak adlandırılmaktadır. Bu kurama göre gerçeklik ile gerçek arasında bir uygunluk ilişkisi vardır. Başka bir deyişle bilinç, gerçekliği yansıttığı için ona denk gelmektedir. Aristoteles bunu iki farklı açıdan tanımlıyor:

“Var olanın var olmadığını veya var olmayanın var olduğunu söylemek yanlıştır. Buna karşın var olanın var olduğunu ve var olmayanın var olmadığını söylemek gerçektir. (Metafizik, kitap IV (Γ), bölüm 7 (1011b 26) vd).”

Aristoteles bunun ne anlama geldiğini başka bir yerde şöyle açıklıyor:

“Biz senin beyaz olduğunu düşündüğümüz için sen beyaz değilsin, fakat sen beyaz olduğun için; bunu söyleyen biz ise gerçeğe sahibiz (Metafizik, kitap IX (Θ), § 10).”

Fark edildiği gibi gerçeğe dair uygunluk kuramı, bir ön kabulü gerçeklikle (veya gerçekliğin bir bölümüyle) arasında uygunluk (correspondence = denk gelme) var ise veya bir önermeyi, dünyaya ya da dünyanın bir bölümüne denk geliyorsa, gerçek olarak kabul ediyor. Buna epistemolojik açıdan “naif gerçekçilik” denebilir. Yirminci yüzyıl felsefesini derinden etkileyen Ludwig Wittgenstein erken döneminde (Tractatus-logico-philosophicus) bu yaklaşımı savunmuştur.
Buna karşın 19. yüzyılın sonunda F. H. Bradley gerçeğe dair “uyumluluk kuramı”nı (coherence theory of truth) temellendirmeye çalıştığını görüyoruz. Uyumluluk kuramına göre, bir önermenin gerçek olup olmaması, onun aynı zamanda daha önceden gerçek olduğu anlaşılmış önermelerle de uyumlu (coherent) olup olmadığına, daha önce gerçek olduğu anlaşılan önermelerle bütünlüklü (tutarlı) bir sistem oluşturup oluşturmadığına da bağlıdır.
Yakın felsefe tarihinde bu iki kuram karşı karşıya konmuştur. Fakat bu iki kuramın daha kapsamlı bir gerçek kuramı çerçevesinde birleştirmenin mümkün olup olmadığını gözden geçirmek çok daha anlamlı bir çaba olabilir.
III. Nesne ve Nesnellik Sorunu
Epistemoloji çerçevesinde “nesne” söz konusu olduğunda bilginin ontolojik temellerine dönmüş oluruz. İnsanlığın felsefi düşünce tarihinde nesnenin ne olduğunu araştıran ve bilinip bilinemeyeceğini sorgulayan Platon’dan Hegel’e uzanan zengin bir kuramsal birikim söz konusudur.
Bilindiği gibi Platon dünya tasarımında bir “deneyimler dünyası” ve bir de “idealar dünyası” olmak üzere iki katlı bir dünya düşüncesi koyar ortaya. Bu düşünce çerçevesinde nesneyi, form ve saf form olarak tasarlar. Fakat form ve saf form birbirinden tamamıyla farklı iki dünya (düalizm) olarak düşünülmektedir. Daha sonraki tartışmalarda töz ya da öz ve biçim kavramları altında tartışılan bu sorun, Hegel’e kadar nesnenin iki boyutlu olduğundan hareket etmiştir. Belki bu konuda Aristoteles bir istisna olarak görülebilir.
Diğer taraftan Aristoteles ile başlayan nesneyi bütünlüklü tasarlama çabası görülmektedir. Kant bile hala nesnenin iki boyutlu (Phaenomena ve Noumena) olduğundan hareket eder. Fakat Kant örneğin Platon ve Aristoteles’ten farklı olarak “kendinde-şey”in, olup olmadığının bilinemeyeceğinden hareket eder. Bu konuda her zaman emin olmadığını göstermeye de çalışarak yapar bunu. Dolayısıyla Kant, bilgi edinme çabamızı, görünenin (Phaenomena) bilinmesiyle sınırlar.
Hegel ile nesnenin tasarlanmasında yeni bir çığır açılmıştır denebilir. Hegel, Leibniz’in Monad kuramından hareketle nesneyi özsel, tikel ve tekil olmak üzere üç boyutlu olarak tasarlamıştır. Hegel bunu yaparken aynı zamanda hem nesne kuramında hüküm süren düalizmleri aşmaya hem de epistemolojik şüpheciliği yıkmaya çalışmıştır. O halde Hegel açısından nesnenin, söz konusu üç boyutun bütünlüğü olarak tasarlanması gerekmektedir ve nesnenin bilgisine ulaşmayı bu üç boyutun bilgisi olarak düşünmek gerekmektedir.
Epistemolojide nesnellik geçerlilik sorunu, öznenin nesneye dair bilgi iddiasının kaçınılmaz olarak öznel olması; fakat aynı zamanda “genel geçerlilik” talebiyle ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda en önemli mesele, azınlık-çoğunluk sorunudur. Bir önerme ya da bilgi iddiası konusunda toplumda çoğunluk sağlamak, bilginin gerçek olduğunun garantisi olarak görülmektedir sıkça. Fakat 20. yüzyılda yaşanan faşizm deneyimlerinden sonra artık bu tür iddialara şüpheyle bakmak ve eleştirel yaklaşmak en sağlıklı davranış olarak gözükmektedir. Bir iddianın ya da önermenin toplumda genel kabul görmesi/görmüş olması, söz konusu iddianın ya da önermenin gerçek olduğunun teminatı olarak görülemez. Sonunda bilginin nesnel geçerliliğinin ve giderek gerçeğin kıstası olarak yine nesnenin kendisi ve bilginin pratikte sınanması çıkmaktadır karşımıza.

16 Mart 2013 Cumartesi

Duyusallık, Duyusal Olan ve Rasyonel Olan İKİ

PDF için tıklayınız...Bilgi edinim ve bilimsel araştırma sürecinde “duyusal olan” ve “rasyonel olan” bir bütünlüğün farklı fakat ortak öğeleri olarak ortaya çıkarlar. Bu bağlamda “duyusal olan”, “rasyonel olan” için gerekli/zorunlu fakat yeterli önkoşulu oluşturmamaktadır (Locke ve Kant’ın bilgi kaynaklarımızdan bahsederken iki farklı damara veya köke işaret etmiş olmasını hatırlayalım).
 Buna karşın rasyonel olan, duyusal olana geri dönüşümlü etkide bulunmaktadır ve onu belli bir biçimde etkileyip biçimlendirmektedir. Örneğin neyi nasıl gördüğümüzün görme ve görmek istediğimizi bilinçli olarak arama durumunda olduğu gibi. Hayatımızda metafiziksel kavram ve kategorilerin giderek artması, metafiziksel dünyamızın giderek genişlemesi sonucu, rasyonel olanın, duyusal olan üzerindeki etkisi giderek artmaktadır ve hatta artık bazı durumlarda rasyonel olanın, duyusal olanı belirlediğini dahi ileri sürebiliriz.
Burada bazı durumlarda duyusal olanın rasyonel olan tarafından belirlenebileceğinden bahsediyorsak bunun tarihsel anlamda değil, bugünkü mevcut durum olarak alınması gerekmektedir. Zira bugün eğer bazı koşullarda rasyonel olan, duyusal olanı belirliyorsa, bu, tarihsel olarak rasyonel olanın oluşmasında ve bazı durumlarda belirleyici duruma gelmesinde kökensel olarak duyusal olanın belirleyici işlevinin yadsındığı anlamında alınmamalıdır. Tarihsel olarak duyusal olan kökensel ilk olandır. Rasyonel olanın oluşmasının nedeni/kaynağı duyusal olandır. Kökensel olma anlamında alınması koşuluyla burada ifade edilmek istenen ilkeyi, Locke’tan hareketle Latince bir deyime ile “nihil est in intellectu quod non prius fuerit in sensu” (“Daha önce duyusal olanda olmayan hiçbir şey anlama yetisinde değildir”) olarak dile getirmek mümkündür –ki örneğin Descartes gibi Rasyonalist okulun temsilcilerinin karşıtı olan Empiristlerin hepsinin çıkış noktası bu ilkedir denebilir.
Rasyonalistler ve Empiristler arasında bir senteze ulaşmaya çalışan Kant bile aslında -kavramın belli bir anlamında- bu duruştan hareket etmektedir. Şöyle diyor Kant:

Fakat bütün düşüncenin duyusallıkla ilişkilenmesi (…) gerekir; çünkü bize nesnenin başka bir biçimde verilmesi mümkün değildir.
İ. Kant, Kritik der reinen Vernunft (Salt Aklın Eleştirisi), B33.

O halde köken bakımından ‘duyusal olan olmadan rasyonel olanın olması mümkün değildir’ denebilir.

A). Duyusal Olan
“Duyusal Olan” nedir? Duyusal olan, “İlk Sinyal Sistemi” temelinde oluşur/ortaya çıkar. Çıkış noktası nöro-fizyolojik süreçlerdir. Söz konusu süreçler, insanın alımlayıcılarının, alımlanan uygun etkileri alımlaması ve bu etkilerin sistemin kendi sinyallerine dönüştürülmesiyle başlar.
Duyusal olanın sinir sisteminin kanalları aracılığıyla zamansal olarak da peş peşe gelen, beynin duyusallıktan “sorumlu” merkezlerine iletilmektedir. Burada son derece karmaşık, aynı zamanda düşünsel olan unsurları da içeren refleksiyonlar (yansısal düşünümler) gerçekleşmektedir.
Yukarıda kullanılan “zamansal-olarak da peş peşe gelen” kavramının “mekânsal-zamansal” etkinliğin oluşması anlamında alınması/anlaşılması gerekmektedir.
Duyumsayan, etki eden nesnenin tekil etkilerini resmederken, yani temel olarak “yoğunluk”, “nitelik”, “süre” ve “mekânsal koordinatlar” temel alırken; algılama yetisi, bilgisi edinilmek istenen nesneye dair alımlanan verileri olarak bütünlüklü bir tabloya dönüştürür ve burada karakteristik özelliklerini, bütünlüğünü ve yapısallığını resmeder. Yani algılanan nesnenin bütünlüklü bir tablosunu oluşturur. Genel olarak bu bütünlüklü tablonun, bütünlüklü bir sistem oluşturan birçok analiz edenin (çözümleyenin) işlevsel etkisi ile oluştuğu ileri sürülür. Bu süreçte genel olarak analiz edenlerin arasından bir analiz edenin “yönlendirici” rolü olduğundan hareket edilmektedir.
Yukarıda söylenenlerden de görülebileceği gibi, duyusal olandan, duyumsayan ve algılayanın bütünlüklü birliği anlaşılmaktadır. Duyumsayan ve algılayan, kısacası duyumsal olan söz konusu olduğunda hep bir nesnenin mevcut olduğu ve hâlihazırda bulunduğundan hareket edilmektedir.
Daha önceki dersimizde “duyusal tasarım” kavramının ne anlama geldiğini ele almıştık. Buraya hatırlatmak tekrarlamak istiyorum: Duyumsanan ve algılanan, bilgi öznesinin bilgi nesnesiyle ilişkilendiği andır. Duyusal tasarımda nesneyle doğrudan nesneyle kurulu olan ilişki anını betimlemez. Duyusal tasarım, geçmişte algılanmış nesnelerin tasavvur gücü aracılığı ile zihinde düşünsel yeniden üretimini betimlemek için kullanılır. Bu bakımdan duyusal tasarımlar, teorik düşünme ile ilişkilenerek belli bir genelleştirme ve idealize etme (idealleştirme) anlamına da gelmektedir. Duyusal tasarım, yaratıcı fantezinin/kurgunun temel unsurlarındandır.
Buraya hatırlatmak amacıyla literatürde (kaynaklarda) çok anlamlı olarak kullanılan “duyusallık” kavramına dair söylediklerimizi de aktarmak istiyorum: “Duyusallık” (İng. Sensation; Al. Sinnlichkeit) kavramı, “duyusal olan” (İng. Sensual; Al. Sinnliches) kavramı ile karıştırılmamalıdır. Duyusal olan doğrudan duyularla ilgili olandır. Duyusallık da duyusal olanla da ilişkilidir. Fakat aynı zamanda dış nesnelere dair duyusal olan üzerinden toplanan duyusal özelliklere de/verilere de işaret eden bir kavramdır. Yani bu kavram ile genel anlamda dış nesnelerin dış duyu organlarıyla algılanabilen özelliklerine de gönderme yapabilir.

B). Rasyonel Olan
Rasyonel olan, “ikinci sinyal sistemi”ne temel oluşturan nöro dinamik süreç üzerine kurulu dış nesnelerle ilgili düşünsel (rasyonel) yansısal (refleksiyon) biçimlerden birisidir.
Rasyonel olanın ifade biçimleri, kavram, önerme, hipotez ve kuramdır. Duyusal olandan farklı olarak rasyonel olan, bakışsal-somut değil, mantıksal-soyut bir ilişkiyi dışa vurur ve nesnel gerçeklikle ilişkisi, dolaysız değil, dolaylıdır.
Buna karşın rasyonel olanın kökeni ve temeli duyusal olandır. Duyusal olandan rasyonel olana doğru ilerleyen ve giderek soyutlaşan (doğrudan oluş yerini dolayımlı olana bıraktığı) bir süreç vardır. Bu sürecin sonunda soyutlama yolu ile elde edilen ürün, mantıksal-soyut yansısal bütünlüklü bir tablolardır.
Bu ürün mantıksal soyutlama (İng. “invariance”/Al. “Invarianz” oluşturma) yolu/yöntemi ile elde edilmektedir. Bu soyutlama sürecinde, özsel olmayan, tekil ve rastlantısal olan,  özsel, genel ve zorunlu olandan ayrılır. Diğer bir deyişle özsel olmayan, tekil ve rastlantısal olan ayrılıp dışarıda bırakılırken; özselgenel ve zorunlu olan saptanıp tutulur.
Bu soyutlama sürecinde elde edilen teorik ürünün ifade ediliş biçimi, işaretlerdir, özellikle dilin araçları olan işaretlerdir: kelime, önerme cümleleri ve simgeler.
Soyutlama sürecinde kelimeler üzerinden kavramlar oluşturulur. Yani soyutlama sürecinin ürünleri kavramlardır.

Nesnelerden etkileniş şekline göre tasarım elde etme yeteneği, duyusallık olarak adlandırılır. O halde nesneler bize duyusallık üzerinden verilir; ve bize yalnızca o (duyusallık,-DG), bakışlar sunar; fakat anlama yetisi tarafından onlar (bakışlar,-DG) düşünülür ve kavramlar onda (anlama yetisinde,-DG) oluşur.”
İ. Kant, Kritik der reinen Vernunft (Salt Aklın Eleştirisi), B33.

Bu kavramlar, duyusal olanda olduğu gibi kavranmaya çalışılan nesneyle duyusal veriler üzerinden doğrudan ilişkilenmek yerine son derece soyut ve dolayımlı ilişki kurmamıza olanak sağlar. Bu ilişki, kavramlar üzerinden kurulduğu için artık duyusal olarak algılanabilen teker teker nesnelerle kurulan bir ilişki değildir. Duyusal olan üzerinden algılanabilen teker teker nesnelerle ilişkilenmek yerine kavramlar üzerinden kurulan ilişki, artık bir nesneler sınıfında özsel olana gönderme yapmaktadır.
Örnekleyecek olursak:  Duyusal olan üzerinden, örneğin ağaçlar sınıfını ele alacak olursak, teker teker A-ağacı, B-ağacı, C-ağacı ile ilişkileniriz (A-ağacı kaysı ağacı; B-ağacı elma ağacı; C-ağacı, şeftali ağacı olsun). Duyusal olan, insanı dış dünyayla ancak doğrudan ve nesnelerle teker teker ilişkilendirebildiği için, duyusal olan bize bu ağaçlarla ancak teker teker ilişki kurma olanağı sunabilir. Yani her üç ağacı da –en azından bir bütün olarak- aynı anda algılamamız mümkün değildir. Buna karşın bütün ağaçlarla aynı anda ilişki kurmamızı ancak rasyonel olan sağlayabilir. Kelimelerden kazanılan kavramlar aracılığıyla şeyler sınıfıyla aynı anda ilişki kurmak, onları birbiriyle özsel olarak ilişkilendirerek mümkün olur. Diğer bir deyişle kaysı ağacının, kaysı ağacı olmasından, elma ağacının, elma ağacı olmasından, şeftali ağacının, şeftali ağacı olmasından soyutlayarak her üç farklı ağacı ağaç olma ortak özelliği (“ağaçlık” özelliği) üzerinden ilişkilendirmiş oluruz. Dolayısıyla her üç ağaç ile rasyonel olan üzerinden aynı anda ilişki ancak “ağaç” kavramıyla mümkündür. Ağaç kavramı bize bütün ağaçları aynı anda birden ancak onları birbiriyle özsel olarak ilişkilendirerek verir.
O halde kavramlar, en önemli kuramsal araçlardır ve şeylerle özsel ilişki kurmamıza, genel olanı kavramamıza yardımcı olurlar. Kavramlar önermeler formüle etmemiz olanak sunar. Kurulan önerme cümleleri aracılığıyla kavramlar, nesneler arasında ve nesneler ile özellikleri arasında ilişki kurmamızı sağlar.

Duyusallık, Duyusal Olan ve Rasyonel Olan BİR


A). Duyular
PDF için tıklayınız...Duyularımız, toplumsal yaşam alanını da kapsayacak şekilde kavramın en geniş anlamında bize kendimizi zaman ve mekânda yönlendirme olanağı sunar. İç ve dış duyular vardır. Dış duyularımız kavramın gerçek anlamında zaman ve mekânda kendimizi yönlendirme olanağı verirken; iç duyularımız, örneğin adalet duygusu, güzellik duygusu gibi ahlaki ve estetik duygular bize toplumsal ilişkiler bağlamında davranış normları sunarak faaliyetlerimizde yönlendirici olurlar.

1. Dış Duyular
Canlı ve cansız varlıklar arasındaki temel ayrımın, ilkinkilerin sonrakilerden besleneme yetisine sahip olmaları bakımından ayrıldıklarını en geç Aristoteles’ten (MÖ 384 – 322) beri kuramsal olarak da biliyoruz. Beslenme, beslenerek büyüme sadece canlılara özgüdür (bkz. De Anima). Cansızların besleneme yetisi olmadığı gibi, beslenmeye gereksinimleri de yoktur. Aslından yakından incelendiğinde, cansız olan varlıkların büyümediği, tersine, onların zamanın durmaksızın “didiklemesi” ve “kemirmesi” sonucu gittikçe küçüldüğü görülür.
Canlılar ve cansızlar arasında beslenme yetisi kıstas olarak alınıp ayrım yapılır. Diğer taraftan duyusallık yetisi bakımından da canlılar kendi aralarında ayrılırlar. Zira canlılar sadece beslenme yetisine sahip olma bakımından cansızlardan ayrılırken; birçok canlı diğerlerinden sadece duyumsayan varlık olma bakımından beslenme yetisine sahip olan canlılardan ayrılırlar. Yani bazı canlılar, örneğin bitkiler sadece beslenme yetisine sahipken; başkaları beslenme yetisinin yanında duyumsama yetisine de sahiptirler. Bunlara besleneme yetisinin yanında duyumsama/hissetme yetisine de sahip olma anlamında “hayvan” diyoruz. Duyumsama yetisine sahip olanlar da kendi aralarında duyumsama kapasitesi bakımından ayrılırlar. Bazı canlılar örneğin sadece dokunma duyusuna sahipken; başkaları dokunma duyusunun yanında duyma ve görme ve koklama duyusuna da sahiptirler. Beş dış duyuya (dokunma, görme, duyma, koklama ve tatma) yetisine sadece bazı canlılar sahiptir. Bir cins ya da tür olarak insan bu canlılardandır.
Dış duyular, insanı zaman ve mekânda nasıl yönlendirir, dış dünyayla onu nasıl ilişkilendirir, onu dış dünyayla nasıl bağlar?
Dış dünyayla olan bağımız dış duyularımız üzerinden gerçekleşir. Dış duyularımız bizi dış dünyaya doğrudan bağlayan yetilerimizdir. Bu bağ olmasa, ne olur? Muhtemelen kendimizi boşlukta uçuşan parçacıklar gibi “hissedeceğizdir” ya da denizde alabora olmuş dalgaların savurmasıyla oradan oraya savrulan kontrolsüz gemiler gibi. O halde, dış duyularımız bize demir atacağımız limanı, fırtınada tutunacak dalı bulma çabamızda “ilk yardımı” sunan yetilerimizdir.
Şöyle de diyebiliriz: dış duyular, insanın iç dünyasını dış dünyaya açan penceredir. Dış duyular, dış dünyanın insanın iç dünyasına akmasını sağlayan kökensel olarak ilk bilgi kanallarıdır. Yukarıda belirttiğim gibi beş dış duyu organımız vardır. Bunlar; dokunma, görme, duyma, koklama ve tatma duyularıdır. Bunların bazıları Aristoteles’in örneğin De Anima adlı eserinde belirttiği gibi uzaktan algılayan bazıları ise doğrudan (duyumsayarak) algılayan duyulardır.
İlk olarak duyuları teker teker işlevleri bakımından kısaca betimlemeye çalışalım.
Dokunma duyusu: Doğrudan algılayan duyularımızdandır ve bize bir şeyin yüzeyinin yapısı ile ilgili, bir şeyin niteliği (sertliği yumuşaklığı) ile ilgili duyusal veri verir. Fakat dokunma duyusunun çok daha önemli yaşamsal bir işlevi vardır. Dokunma duyusu bize acı veren ile haz vereni birbirinden ayırma olanağı sunar en başta.
Görme duyusu: İnsana zaman ve mekânda diğer nesneler karşısında ve onlarla ilişkili olarak durumunu ve pozisyonunu belirleme olanağı verir ve böylelikle onlarla ilişkili olarak davranabilmeyi olanaklı kılar. Böylelikle görme yetisi, zaman ve mekânda diğer nesnelerle ilişkili olarak yön belirlemeyi mümkün kılar.
Duyma akustik: Duyma yetisi son derece işlevli bir yetidir. En önemli iletişim işaretlerini algılama (görme yetisinde olduğu gibi) ve bazı durumlarda duyumsama yetisinin yanında (güçlü seslerin acı vermesi); insana görme duyusunda olduğu gibi diğer nesneler karşısında durumunu, yerini ve pozisyonu belirleme olanağı sunar, söz konusu nesneler henüz görülmemiş olsa bile.
Koklama duyusu: Görme ve duyma duyumuzda olduğu gibi uzaktan algılayan organlarımızdandır. Koku alma doğrudan iştahla ilgilidir. İştahımızı kabartan ya da iştahımızı bastıran, iştah duygumuza itici gelen ve iştah duygumuzu kışkırtan kokular arasında ayrım yapmamızı sağlar. Bazı durumlarda uyarıcı özelliği de vardır.
Tatma duyusu: Tatma duyusu aslında bir çeşit dokunma duyusudur. Dokunma duyusunda olduğu gibi doğrudan algılayan bir yetidir ve şeylerin verdiği tatlar veya tatsızlıklar hakkında dokuna üzerinde insana bilgi verir, duyusal veriler sunar.
Genellikle bu duyu yetilerinin aralarında sıkı bir işbölümü olduğundan ve her birinin kendine has ayrı işlevleri olduğu sanılır. Fakat duyular birbirinden ayrı da olsalar ve birbirinden farklı işlevler görseler de birbiriyle ortak duyu (duyusal “üçüncü”) ve tasarım gücü (düşünsel “üçüncü”) üzerinden ilişkilidirler ve kendilerine has işlevlerini yerine getirirken birbirlerini de desteklerler.

2. İç Duyular
Dış duyularımızın yanında bir de iç duyularımız vardır. Bunlar; örneğin adalet duygusu, yön duygusu, ahlak duygusu, estetik duygu gibi duyulardır. Bunlar doğrudan Bilgi Felsefesi’nin konusu olmadığı için veya sadece her özel konu bağlamında ancak Bilgi Felsefesi’nin konusu olduğu için burada sadece belirtmekle yetiniyorum. Örneğin güzellik ve çirkinlik duygusu hem algı kuramının hem de Estetik’in inceleme konusudur.

3. Ortak Duyu (Sensus Communis; κοινὴ αἲσθησις = koine aistesis): Aristoteles’in felsefi kavramlar dünyasına kazandırdığı bir kavramdır. Beş duyu organının topladığı duyusal verileri bütünlüklü bir tabloya dönüştüren bir duyu olarak tanımlanmaktadır. Avrupa Ortaçağ felsefesinde “hissedilen bilinç” anlamında kullanılmıştır. Felsefi literatürde Aristoteles’ten beri “ortak duyu”nun diğer duyular gibi bir organı olup olmadığı tartışılmaktadır. Türkçe’de “us” ya da “akıl” anlamına gelen “sağduyu” kavramı vardır (günlük dilde “sol duyu” dendiğine de rastlanır). Klasik İskoç filozofları, common sense (ortak duyu) kavramını insanın vicdan yetisini de içerecek şekilde bu anlamda kullanmışlardır. Böylelikle ortak duyu kavramı, kapsamlı bir anlam almıştır.
Ortak duyu beş duyu organının dış nesnelere ilişkin toplamış olduğu teker teker duyusal verileri derleyen toplayan ve tasavvur gücünü kullanarak bütünlüklü bir tabloya dönüştüren duyusal yetidir. Fakat diğer taraftan aynı zamanda hem vicdan yetisi ve hem yargı gücü ve hem de akıl (us) yetisi üzerinden eleştirel düşünme yetisi anlamına gelmektedir.

4. Bazı kavramların anlamı
a. Duyumsama:  Duyular aracılığıyla dış nesnelerin özelliklerine ilişkin algılanan duyusal verilerin insan vücudunda yarattığı hissedilir etki.
b. Duyusallık: “Duyusallık” (İng. Sensation; Al. Sinnlichkeit) kavramı, “duyusal olan” (İng. Sensual; Al. Sinnliches) kavramı ile karıştırılmamalıdır. Duyusal olan doğrudan duyularla ilgili olandır. Duyusallık da duyusal olanla da ilişkilidir. Fakat aynı zamanda dış nesnelere dair duyusal olan üzerinden toplanan duyusal özelliklere de/verilere de işaret eden bir kavramdır. Yani bu kavram ile genel anlamda dış nesnelerin dış duyu organlarıyla algılanabilen özelliklerine de gönderme yapabilir.
c. Duyusal Tasarım: Duyumsanan ve algılanan, bilgi öznesinin bilgi nesnesiyle ilişkili olduğu andır. Duyusal tasarımda nesneyle doğrudan nesneyle kurulu olan ilişki anını betimlemez. Duyusal tasarım, geçmişte algılanmış nesnelerin tasavvur gücü aracılığı ile zihinde düşünsel yeniden üretimini betimlemek için kullanılır. Bu bakımdan duyusal tasarımlar, teorik düşünme ile ilişkilenerek belli bir genelleştirme ve idealize etme (idealleştirme) anlamına da gelmektedir. Duyusal tasarım yaratıcı fantezinin temel unsurlarındandır.

Bilgi Felsefesi ve Epistemoloji Kavramları Üzerine

PDF için tıklayınız...Türkçe’de “Bilgi Felsefesi” olarak yeniden verdiğimiz (karşıladığımız) kavram, Avrupa dillerinde, örneğin İngilizce’deki karşılığı “Epistemology”dir, Almanca’daki karşılığı, “Epistemologie” ve Fransızca’daki karşılığı ise “l'Épistémologie”dir. Türkçe’de sıkça Fransızca telaffuzdan hareketle “Epistemoloji” de denir? Her ne kadar “Bilgi Felsefesi” kavramı ve “Epistemoloji” birebir aynı anlama gelmese de Türkçe’de bu kavramlar aynı anlamda kullanılır.

Almanca’da “Epistemologie” kavramı daha nadir kullanılır. Bunun yerine daha çok Kantçı geleneğin ürettiği “Erkenntnistheorie” (“Bilgi Edinim Teorisi”) kavramı kullanılır. Fakat ikisi de aynı anlamda kullanılır.

İngilizce’de de aynı anlamda kullanılan iki farklı kavram vardır. Bunlar; “Theory of Knowledge” (Bilgi Teorisi) ve “Epistemology”  kavramlarıdır. Almanca’da olduğu gibi İngilizcede de bu kavramlar aynı anlamda kullanılır. Fransızca’da durum, en azından 20. yüzyıl açısından biraz farklıdır. Biraz açalım.

Fransızca’da hem l'Épistémologie” hem de “Théorie de la connaissance” (“Bilgi Edinim Teorisi”) kavramları vardır. Fakat bu kavramlar en azından 20. yüzyılda 1930’lardan itibaren aynı anlamda kullanılmamıştır.

Fransızca’da “l'Épistémologie” kavramıyla tanımlanan felsefi disiplin, teker teker bilimleri, bilimsel kavramların oluşumunu ve değişimini, bu kavramların bilimden bilime farklılaşmasını, bilimsel alanın oluşumunu, bilimlerin birbirini takip eden köklü değişimler sonucu hangi kurallara göre yeniden örgütlediğini ve bilimlerin pratiklerinde kendi yöntemlerinin bilincine nasıl vardığını araştırır ve inceler. Yani “l'Épistémologie”, bilimin ve bilginin özü ile ilgili “bilimin neliği” ve “bilginin neliği” ile ilişkili soruları inceleme konusu yapmaz. Burada söz konusu olan, epistemolojik çokluktur. Çokluğun birlik sorunu nedir, nasıl şekillenir? Bu sorular “l'Épistémologie”yi ilgilendirmez (Bkz.: A. Noiray, La Philosophie, Paris 1969). Diğer bir deyişle “l'Épistémologie”, bilgi ediniminin ilkesel olarak olanaklı olup olmadığı sorusunu, analitik olarak incelemelidir.

Buna karşın  Théorie de la connaissance” (“Bilgi Edinim Teorisi”) dönemsel bilgi biçimleriyle ve bunların dünyayı kavramak üzere geliştirdiğimiz düşünsel araçlar (kavramlar, yöntemler, teknikler) üzerindeki etkisiyle ilgilenmelidir. Ancak son yıllardaki eğilim, Fransızcadaki kavramsal ayrımın da ortadan kalkması yönündedir. “l'Épistémologie” de “Bilgi Edinim Teorisi” de (“Théorie de la connaissance” da) bilgiyi ve bilgi edinimini ilgilendiren sorularla ilgilenmeye başlamışlardır. Yani, kısacası, Fransızca’da da her iki kavram da aynı şeyi betimlemek için kullanılmaktadır.

Türkçe’ye bazen “Bilgi Felsefesi”, bazen “Epistemoloji” olarak aktardığımız kavramın kökeninde Türkçe’de olduğu gibi diğer dillerde aynı bilimi betimlemek üzere kullanılan kavramın kökeninde de İngilizce “Epistemology” kavramı vardır. Bu kavramın bir felsefi disiplini tanımlamak üzere kullanılması aslında çok yenidir. Bu kavram, 18. ve 19. yüzyıl İskoç filozofu James Frederick Ferrier (1808 – 1864) tarafından Alman Filozofu Johann Gottlieb Fichte’nin (1762 – 1814) Wissenschaftslehre (Bilim Öğretisi ya da Bilim Teorisi) adlı kuramsal-felsefi başyapıtını İngilizce’ye çevirmek için, eski Yunanca π ι σ τ ή μ η (epistēmē) ve λόγος (logos) kavramlarından türetmiştir.

π ι σ τ ή μ η (epistēmē), “bilgi”, “bilgi edinimi” ve “bilim” anlamına gelmektedir. λόγος (logos), son derece çok anlamlı ve karmaşık bir kavramdır. Konumuz bağlamındaki anlamı, teori (kuram), “öğreti”, “öğrenim” anlamına gelmektedir.

Bu bakımından epistemoloji, kavram olarak 1856 yılından beri kullanılmaktadır. Bu, kavramın ne kadar genç olduğuna işaret ediyor. Kavramın gençliği aynı zamanda bir felsefi disiplin olarak Epistemoloji’nin de çok genç bir disiplin olduğuna işaret ediyor.

Söz konusu felsefi alt disiplini tanımlamak üzere benim Almanca “Erkenntnistheorie” ve Fransızca “Théorie de la connaissance” kavramlarını Türkçe’ye “Bilgi Edinim Teorisi” olarak çevirmem sonucu Türkçe’de birbiriyle yarışan üç kavram oluşmuş durumda. Bunlar; bir: “Bilgi Felsefesi”, iki: “Epistemoloji” ve son olarak -üç: “Bilgi Edinim Teorisi”. Dediğim gibi; “Bilgi Felsefesi” ve “Epistemoloji” kavramları Türkçe’de aynı şeyi betimlemek üzere yan yana kullanılmaktadır. “Bilgi Edinim Teorisi” kavramını, Almanca “Erkenntnistheorie” ve Fransızca “Théorie de la connaissance” kavramlarını Türkçe’ye “Bilgi Edinim Teorisi” olarak çevirmek suretiyle dilimize yeni bir kavram daha taşımış oluyoruz.

Şimdi bu kavramlar üzerinde duralım ve bunlardan söz konusu felsefi disiplini tanımlamak için benim açımdan hangi kavramın daha elverişli olduğuna bu kavramları karşılıklı teraziye vurarak karar verelim.

İngilizce “Theory of Knowledge” kavramında olduğu gibi Türkçe’de kullandığımız “Bilgi Teorisi” ya da “Bilgi Felsefesi” kavramları, bilgi öznesinin varlığını zorunlu kılmayan kavramlardır. Örneğin teorileştirilmiş veya felsefi düzeye taşınmış bilgi ölü bilgi olabilir, unutulmuş bilgi olabilir, kütüphanelere depolanmış ansiklopedik ya da daha geniş anlamda kitabi bilgi olabilir. Buna karşın “Bilgi Edinim Teorisi” kavramı bilginin edinilebilmesi için aktif/etkin öznenin varlığına ve gerekliliğine işaret ediyor. Bilgi de zaten aktifleştirilebildiği/kullanılabildiği oranda bilgidir. (Almanya’da kuduzdan ölüm olayı) Bu nedenle eğer bilgiyi ve bilginin kazanım ve kullanım süreçleri betimlenmek için, yani eğer aynı zamanda bilgi öznesinin faal etkinliğini vurgulamak için bir üst başlık (kavram) aranıyorsa, “Bilgi Edinim Teorisi” kavramı en doğrusu olacaktır.

Fakat hemen karar vermeyelim. Günlük hayattan alışık olduğumuz, çok düşünmeden/tartmadan genellikle yanlış/kötü/istenmeyen sonuçlara götüren içgüdüsel (intuitive) karar verme yöntemine başvurmak yerine biraz daha düşünelim, kavramlarımıza düşüncemizde (onları karşılıklı tartarak) iyice açıklık kazandırdıktan sonra karar vermeye çalışalım. Bu amaçla gündemimizdeki kavramları teker teker gözden geçirelim. Böylelikle kavramları da birbiriyle ilişkilendirmeye ve yaygın olan kavram kargaşasını gidermeye çalışalım. İsterseniz önce “Bilgi Felsefesi” ve “Bilgi Teorisi” kavramlarında kullanılan iki kavramı, felsefe ve teori kavramlarını birbiriyle ilişkili olarak tartışalım.
Görebildiğim kadarıyla diğer birçok dilde olduğu gibi Türkçe’de de “teori” (“kuram”) kavramı en sık iki bağlamda kullanılmaktadır.

Bunlar; birincisi: eylem kuramı çerçevesinde teori kavramı “pratik” (“edim”, “eylem”) kavramıyla birlikte kullanılır. İkincisi; bilimsel araştırma kuramı çerçevesinde “empiri” kavramıyla ilişkili olarak kullanılır. Bunları biraz açalım.

Birincisi: Türkçe’de günlük dilde ve yaşamda daha çok bunların karşıtlığı vurgulanır (düalist yaklaşım). Fakat bu iki kavramı, yapılan aynı şeyin farklı biçimlerinin dile getirilmesi için kullanılması gerekmektedir. Teori bir pratik ve pratik bir kuram biçimidir.

Eğer teori, eylemin aklımızda düşünülmesi ve tasarlanması ve eylemden sonra yeniden düşünülmesi ise, pratik eylemin düşünsel eylemde devam ettiğinden hareket edebiliriz. O halde “teori” (“kuram”) düşünsel bir eylem biçimidir. Pratik eylemi düşünür, tasarlar, pratik eyleme bir perspektif sunar. Fakat her düşünsel eylemin kökeninde (doğrudan veya dolayımlı) pratik bir neden vardır.

Eğer pratik, teorik olarak düşünülen, tasarlanan ve tartılanın “hayata geçirilmesi” ise, düşünsel eylemin pratik eylemde devam ettiğini pekâlâ ileri sürebiliriz. Pratik eylemde düşünsel eylem en az iki biçimde mevcuttur. Bir; önceden düşünülmüş ve tasarlanmış olarak; iki; teoriyi hayata geçirirken teorinin her bakımdan yeniden ve yeniden gözden geçirilmesi olarak.

O halde teori ve pratik ilişkisini, karşıtların/farklıların birbirini tamamlayan birliği olarak kavramak gerekir.

İkincisi: teori kavramı diğer dillerde olduğu gibi empiri kavramıyla birlikte kullanılır. Burada söz konusu olan daha çok bilimsel araştırmadır ve konumuz bağlamında bizi özellikle ilgilendiren anlamıdır. Tam olarak söyleyecek olursak; teori kavramı empiri kavramıyla ilişkili olarak kullanıldığında, bu, en az iki işlevi kapsar: empirik araştırmaya yön veren, kuramsal ve pratik araçlarını belirleyen, gözden geçiren ve düzenleyen yöntemi ve empirik araştırma sonucu elde edilen ürünü kavramlaştırıp sistematik olarak düzenlemeyi.

Burada teoriye ilişkin söylediklerimiz bize teorinin pratik ve empiri ile az çok doğrudan ilişkili olduğunu gösteriyor. O halde teori kavramı söz konusu olduğunda aklımıza ilk gelen pratik ve empiridir, pratiğin ve empirinin kuramsal olarak hazırlanması ve pratiğin ve empirinin kuramlaştırılmasıdır.

Şimdi “felsefe” kavramına dönelim. Felsefe de elbette düşünsel bir eylem biçimidir. Diğer bir ifadeyle felsefe de teoridir. Fakat nasıl bir teoridir? Bu soru, doğrudan felsefenin ne olduğu sorusunu içermektedir. Konuya açıklık getirmek ve sorumuzu yanıtlamak için, felsefenin neyle çalıştığına bakmak gerekir. Felsefe en başta “mantık” olarak adlandırdığımız felsefi disiplini içerir ve yukarıda betimlediğim anlamda teoriden farklı olarak sadece kavramlarla çalışır. Bu açıdan bakınca felsefe teorinin teorisi (meta teori) olarak görülebilir. Pratiğe ve empiriye en yakın olan ahlak felsefesi, siyaset felsefesi sosyal felsefe gibi alan/disiplin felsefeleri bile (bir alanla ya da disiplin ile sınırlı olsa dahi) kuramın kuramıdır.

Şimdi bu kısa felsefe tanımımızı, yukarıda teori kavramına ilişkin söylediklerimiz ışığında anlamlandırmaya çalışalım. Yukarıda belirttiğim gibi teori deyince biz bundan genellikle pratik ve empiri ile az çok doğrudan ilişkili düşünsel eylemi kastediyoruz. Biraz önce belirttiğim gibi, felsefe de düşünsel bir eylemdir. Peki, düşünsel bir eylem olan felsefe, düşünsel bir eylem olan teoriden hangi bakımdan ayrılmaktadır? Bu soruya verilebilecek en doğrudan yanıt: “soyutlama düzeyi bakımındandır” olabilir. O halde şimdi yukarıda sorduğumuz soruya dönebiliriz. Soruyu tekrar formüle edelim: “Bilginin neliğini”, araçlarını ve süreçlerini konu edinen felsefi disiplin için “Bilgi Teorisi” kavramı mı, yoksa “Bilgi Felsefesi” kavramı mı daha uygundur? İlk bakışta “Bilgi Felsefesi” kavramı daha kapsamlı gibi görünmektedir ve bu nedenle söz konusu disiplin için başlık olarak sanki “Bilgi Felsefesi” kavramı daha uygun gözükmektedir.

Fakat konumuz bağlamında iki ayrıntıya dikkat etmemiz gerekmektedir. Bunlardan ilki, bilginin ne olduğu ve bu bağlamda “teori” kuramının nasıl bir anlam aldığını ilgilendirmektedir. Diğeri, başlık aradığımız disiplin için uluslararası alanda hangi başlığın seçildiği ile ilgilidir.

Birincisi; eğer teori, konusunun düşünsel düzeyde devam etmesi ise, bilgi teorisi kavramında düşüncede devam eden, bilgidir. Peki, bilgi nedir? Bilgi ancak nesnesinin neliğini, yani özüne dair olanın ne olduğunu oraya koyabildiği/kapsayabildiği oranda bilgidir. Yani bilgi zorunlu olarak teoriktir. En pratik bilgi dahi teorik olmak zorundadır. Aksi takdirde söz konusu şeyin bilgi olması mümkün değildir. Bu durumda şöyle bir sonuca ulaşıyoruz gibi: “bilgi teorisi” dediğimizde, biz bunla aslında teorinin teorisini (meta teori) kastediyoruz. Fakat yukarıda yaptığımız felsefe tanımına göre felsefe de teorinin teorisidir. Böylelikle gördüğümüz gibi ilksel olarak bilgiyi konu edinen felsefi disipline “bilgi teorisi” de denebilir, bilgi felsefesi de. Fakat bilgi felsefesi kavramı sanki daha üşütün, daha derin çağrışımlara sahipmiş gibi geliyor.

İkincisi; fakat söz konusu felsefi disipline başlık seçerken dikkat etmemiz gereken başka bir ayrıntı daha var. Dünya küçülüyor, üniversiteler ve dolayısıyla felsefi disiplinler dünya çapında birbiriyle ilişkilendiriliyor. Bütün dünya da söz konusu disipline Yunanca kökenli “Epistemoloji” başlığı veriliyor. Eğer söz konusu felsefi disipline başlık seçilirken bu dikkate alınacak olursa “Bilgi Teorisi” ve/veya “Bilgi Felsefesi” yerine “Epistemoloji” tercih edilebilir.

Yukarıdaki tartışmalarımız bağlamada bir yere yerleştirmemiz gereken son bir kavram kaldı: “Bilgi Edinim Teorisi”. Yukarıda işaret ettiğim gibi bu kavram doğrudan aktif bilgi edinim sürecine işaret ediyor ve dolayısıyla bilgi öznesini de içeriyor. Buna karşın diğer kavramlarda (epistemoloji, bilgi teorisi, bilgi felsefesi) düşünsel nesnellik (genel geçerlilik) amaçlandığı için öznellik soyutlama yoluyla dışarıda bırakılmış bulunuyor. Bu durumda ne yapacağız kanımca son derece önemli olan bu kavramdan vaz mı geçeceğiz, kavramlar kataloğumuzdan dışlayacak mıyız? Kanımca hayır. Zira eğer “Bilgi Edinim Terorisi” aynı zamanda bilgi öznesini aktif bir şekilde bilgi edinirken betimliyorsa, bu kavramı, pratik ve empiri bağlamda son derece anlamlı bir şekilde kullanabiliriz. Zira tam da pratik ve empiri bağlamında kullandığımız teori kavramında özne etkin olarak hep göz önüne alınmaktadır.

Toparlayacak olursak; yukarıda saydığımız üç kavram (epistemoloji, bilgi teorisi, bilgi felsefesi) anlamlı bir şekilde kendisine bilginin neliğini konu edinen disipline başlık olarak seçilebilir. Yukarıda andığım dördüncü kavram (bilgi edinim teorisi) doğrudan pratik ve empiri bağlamını ilgilendiren süreçler için kullanılabilir.

15 Mart 2013 Cuma

Christian Wolff ve İlk Felsefe ya da Ontoloji/BİR


PDF için tıklayınız...1)    Felsefeyi hem kesin hem de insan cinsine yararlı hale getirmeyi kendime görev ettikten sonra ve bu amaçla Öklitçi kanıtların temellerini araştırdıktan sonra, tarafımdan Mantık’ta betimlenen biçimi bir tarafa bırakacak olursak, onun ontolojik kavramlara bağlı olduğunu anladım. Öklit tarafından kullanılan ilkeler, bir taraftan nominal tanımlardır –ki bunlar gerçeği içermezler-, diğer taraftan bunların çoğu ontolojik önermeler olan aksiyomlardır. Ve böylelikle Matematik’in kesinliğini, ilk ilkelerini edindiği İlk Felsefe’ye borçlu olduğuna kanaat getirdim. Bunun üzerine Felsefe’de teoremleri, yüklemi öznenin belirlenimlerinden uygun çıkarımlarla elde etmekle kanıtlamaya çalışarak ve ilkeleri yeniden kanıtlara başvurarak kanıtlanmaz olana dayandırmaya çalışırken; bu çalışmada, Matematik de dâhil her tür gerçeğin sonunda İlk Felsefe’nin ilkelerine vardığını keşfettim. Bu nedenle Felsefe’nin ve özellikle sözüm ona yüksek fakültelerin, kesin ve yararlı olabilmeleri için, ancak İlk Felsefe bu şekilde tasarlandığı taktirde bilimsel yönteme göre ele alınabilecekleri konusunda şüphem kalmamıştı (s. 9).

Bu araştırması sonucu Wolff, İlk Felsefe’nin zorunluluğuna kanaat getirir. Skolastik felsefecilerin elinde inanılırlığını yitirmiş olan ve Yeniçağ felsefesiyle birlikte yıkılan İlk Felsefe’yi yeni temellerde yeniden (“tamamıyla yeni kalıpta”(s. 11)) kurmaya yönelir. Bunun için Ontoloji’nin Skolastikçilerin elinde almış olduğu karanlık ve verimsiz biçiminden kurtarılması icap etmektedir. Bunun sonucu olarak Ontoloji’nin kavramlarının açık ve seçik olmasına ulaşılacaktır –ki Ontoloji’nin kavramları “rehber kavramlardır” (17).

Ontoloji’nin kavramlarının açık ve seçik olması nasıl elde edilecektir?

İlk önce Ontoloji’nin ismini araştırma nesnesinin kendisinden alması gerekmektedir. Dolayısıyla Ontoloji’nin kavramlarının açık ve seçik olması için, onların şeylerin kendilerinden kazanılması gerekmektedir.

Wolff burada gerçekçi bir Ontoloji kavramı ile çalışmaktadır. Wilhelm Dilthey geleneğinde Ontoloji’yi epistemolojik (hatta tanrısız teolojik = tanrısız “onto-teolojik”) olarak kuran Martin Heidegger’in tersine, Wolff, Aristotles, Descartes ve Leibniz geleneğinde Ontoloji’yi ontoloji olarak idealist değil gerçekçi temelde kurmayı hedefliyor. Rasyonalist geleneğin sürdürücüsü de olsa Wolff’un yapmış olduğu açıklamalar böyle bir izlenim uyandırıyor. Wolff’a göre Ontoloji’nin bir bilim olarak en azından “gözlerinin” dünyaya ve insana dönük olması gerekiyor.

2)      …Ontoloji’de sadece yeterince kavranabilen, açıkça gerçek olarak bilinebilen ve insan yaşamının durumlarına uygun bir şekilde uygulanabilen öğretilmelidir (s. 23).

Wolff’a göre Ontoloji’nin Skolastik karanlık biçiminden kurtulup bir bilim olarak kurulabilmesi için yöntemin iyi seçilmesi gerekir. Wolff biri bilimsel diğeri keyfi olmak üzere iki farklı yöntemden bahsediyor. Bunlar “nominal tanım” (Nominaldefinition) ve “tanıtlama yöntemi” (demonstrative Methode). Bunlardan ilki keyfi (willkürlich), ikincisi bilimseldir (wissenschaftlich) (s. 21-23).

3)      Ontoloji ya da İlk Felsefe genel olarak varolanın bilimidir ya da eğer o varolan ise (onun bilmidir) (s. 19).

Ontolojinin diğer adının “İlk Felsefe” olmasının nedeni, sonuç çıkarmak için başvurulan ilk ilkeleri ve ilk kavramları öğretiyor olmasıdır.
Bu doğal olarak Ontoloji’nin diğer bilimlerle olan ilişkisinin ne olduğu ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Nedir o halde İlk Felsefe’nin diğer bilimlerle olan ilişkisi? Şöyle diyor Wolff:

4)      Eğer Mantık’ta, Pratik Felsefe’de, Fizik’te, Doğal Teoloji’de, Genel Kozmoloji’de ve Psikoloji’de her şeyin sıkı bir şekilde kanıtlanması gerekiyorsa, sıkça ontolojik ilkelerin uygulanması gerekmektedir. Bu nedenle Ontoloji’de sadece yeterince açıklanmış olana ve şüphe götürmez deneyime ve kanıta dayandırana yer vermek gerekir (21/22).

Görüldüğü gibi Wolff Ontoloji’yi bütün bilimlerin temeli olarak tasarlıyor –ki yukarıdaki listeye Matematik’i de eklememiz gerekmektedir. O halde, Ontoloji, teker teker bütün bilimlerin temelini ve bilimler sisteminin çekim merkezini oluşturmaktadır. Ontoloji, evrensel bakış açısı ve ilkeleriyle, günlük dilden kazanıp açık ve seçik bir anlam ve içerik verdiği ontolojik kavramlarıyla, teker teker bütün bilimlere temel oluşturmaktadır. Bu özelliği Ontolojiye teker teker bütün bilimleri hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle sistematik olarak ilişkilendirme yetisi vermektedir. Kısacası eğer Ontoloji’nin kavramları “rehber kavramlar” ise, bu kavramların sistematik bütünlüğü olan Ontoloji de bir ‘rehber bilimdir’ denebilir.

Alıntılanan kaynak:
Christian Wolff,
Erste Philosophie oder Ontologie
İlk Felsefe ya da Ontoloji (Latince-Almanca),
yay. Dirk Effertz,
Felix Meiner Verlag, Hamburg, 2005.