I. Gerçek Kavramı Üzerine
PDF için tıklayınız...Gerçek kavramı, hemen her
dilde doğal olarak son derece sorunlu ve böylelikle kaçınılmaz olarak tartışmalı
bir kavramdır. Bu, en başta konun kendisinden kaynaklanmaktadır. Gerçek kavramı
ve dolayısıyla gerçek kuramı son derece karmaşık, birçok konunun iç içe girdiği
bir konudur. Yani gerçek kavramı ve böylece gerçek kuramı bir bakıma hemen her
şeyin gelip düğümlendiği, hemen her şeyin gelip dayandığı yerdir denebilir. Bu
kadar temel bir öneme sahip bir kavramın ve kuramın konusunun tartışmalı
olmasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat iyi bir epistemolojik kuramın bu
karmaşaya açıklık kazandırması ve bir düzen getirmesi gerekir.
Gerçek
kavramının sorunlu ve tartışmalı olmasının yanında dilden kaynaklanan sorunlar
da vardır. Türkçe, Doğu ve Batı dillerin hep etkisinde olagelen bir dildir. Başka
dillerden sürekli kavramlar devralmaktadır. Kavramların başka dilerden
aktarılması doğal olarak bir sürü anlam kaymalarına ve değişimlerine neden
olmaktadır. Başka dillerden devralınan kavramların Türkçede “yurttaş” olarak
kendine has “doğal” bir anlama kavuşması kaçınılmaz olarak uzun zaman
almaktadır. Hegel bunu, yani bir kavramın bir dilden başka bir dile geçip,
geçtiği yeni dilde “doğal” bir anlam kazanma sürecini, kavramın “vatandaşlık
hakkını” elde etme süreci olarak adlandırıyor. Fakat Türkçe’nin başka dillerden
bu kadar kavram devralmasına karşın bu kavramlara dair yaygın bir tartışma
bulunmamaktadır. Bu nedenle Türkçe’de birçok birbirine yakın Türkçe kavram
anlam bakımından açıklanmadığı için yan yana durduğu gibi; başka dillerden
devralınan kavramlarda yakın ya da benzer anlamlı kavramlarla yan yana
durmaktadır. Gerçek kavramı birçok başka dillerden dilimize gelen benzer
anlamlı kavramlar ile yan yana durmaktadır. Örneğin “real”, “reel”, “realite”,
“realizm” gibi Latince kökenli kavramlar sıkça birbirine karıştırılarak
kullanılmaktadır.
Doğal
olarak Osmanlıca da bugünkü dilimizin hala ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sadece
günlük dil için geçerli değildir. Aynı şekilde Osmanlıca’dan devralınan ve
modern Türkçe kavramların yanında duran ve onlarla ilişkili olarak anlamlaştırmaya
çalıştığımız yığınla teknik terim vardır. Örneğin Arapça kökenli “hakikat”
kavramı bazen “gerçeklik” kavramı yerine, bazen ona karşıt kavram olarak kullanılmaktadır.
Buna
bir de yapay kavramlar türetme konusunda varolan bazı çabaları da eklemek
gerekir. Ayrıca günlük dilin çok anlamlılığının yaratmış olduğu karmaşanın bilimsel
dil üzerideki etkisini de tartışmayı zorlaştırıcı bir etmen olarak anmamız
gerekmektedir.
Burada
son olarak elbette farklı felsefi disiplinlerin kavramlarının birbirine
karıştırılmasını, tartışmayı ayrıca zorlaştırıcı bir neden olarak belirtmek
gerekir. Örneğin daha çok ahlak felsefesinin kavramları olan “doğru” ve
“yanlış” sıkça epistemolojik kavramlar olan “gerçek” ve “yanlış” kavramlarının
yerine kullanılmaktadır.
Bu
kavramların hepsini teker teker yerli yerine oturtmak ve dilimizde hepsine
birbiriyle ilişkili olarak bir anlam vermek kendi başına bir iştir. Bunu “bilgi
felsefesine giriş” yapmayı amaçlayan bir derste yapmak çok mümkün değildir. Bu
nedenle bu derste işimizi birazcık kolaylaştırmak ve aramızdaki iletişimin
dilden kaynaklanabilecek sorunlarını en aza indirebilmek için burada özellikle
iki kavramla çalışacağım. Bunlar; “gerçek” ve “gerçeklik” kavramlarıdır.
Bu
önlem, söz konusu iki kavrama dair tartışmayı az sorunlu kılmıyor. Fakat
hareket ettiğimiz alanı biraz “temizliyor”. Değişik Türkçe sözlüklerde “gerçek”
kavramı genellikle doğrudan nesnel dünyada olanlar anlamında tanımlanıyor. Yani
“gerçek”, ontolojik bir kavram olarak tanımlanıyor. Fakat “gerçek” (İng. truth, Alm. Wahrheit, Fr. vérité) epistemolojik bir kavramdır.
Buna karşın “gerçeklik” (İng.
reality, Alm. Wirklichkeit, Fr. réalité) bir ontolojik kavramlardır
ve “bilinçten, tasarımlardan bağımsız olan varlık (düşünülmüş, düşlenmiş
şeylerin karşıtı)” anlamına gelmektedir. Yani “her türlü öznel öğenin
karşısında, ondan bağımsız nesnel olarak geçerliliği olan şey” demektir. O
halde gerçek kavramını “öznel öğeyi” kapsayan, nesnel olarak var olan şeyin
bilinçte yansıyan hali olarak tanımlayabiliriz. Kısacası; gerçek kavramının
tanımlama alanı, kavramı dar anlamda da alsak, geniş anlamda da alsak, bilinç
ve bilinç içerikleridir.
Bu nedenle Felsefe’de “gerçek”
deyince bundan kavramın sıkı anlamında bir özellik anlaşılmaktadır. Bu özellik
teorik arka plana göre bir tasarıma, bir yargıya, bir önermeye veya bir önerme
cümlesine atfedilir. Türkçe’de bunun yerine bazen “doğru” kavramı kullanılır. Doğru
kavramı, gerçek kavramıyla karşılaştırıldığında; gerçek kavramının nesnel
geçerlilik talebi çok daha yüksektir. Doğru kavramı, daha çok ahlak
felsefesinin bir kavramı olmasının yanında daha çok öznel geçerlilik
çerçevesinde kalmaktadır. Bu nedenle epistemolojiye giriş yapmayı amaçlayan bu
dersimizde açıkça epistemolojik içeriğe ve nesnel geçerlilik talebine sahip
olan gerçek kavramını tercih ediyorum. Derste daha uzun tartışılacaktır.
Burada, özne-nesne ilişkisi
bağlamında düşünülmesi durumunda, bir birincillik ve ikincillik ilişkisi (İng. primary
ve secondary) kurulmaktadır. Birincil
olan nesnedir, ikincil olan bilinç ve bilinç içeriği.
Her gerçek teorisi (kuramı) şu
sorulara açık yanıt vermek zorundadır: gerçek nedir? (gerçeğin tanımı); gerçek
nasıl saptanabilir? (gerçeğin kıstası); gerçeğin tanımı ve kıstası ile gerçeğe
dair ne tür ön koşullar tanımlanmıştır? (gerçeğin koşulları); verilen gerçek
tanımının var olan başka gerçek tanımlarıyla nasıl ilişkilendirilmiştir?
(gerçeğin temellendirilmesi); gerçek ile bilgi edinimi arasında ne tür bir
ilişki vardır? (gerçeğin sürekliliği); ve son olarak: gerçeğin teorik
(kuramsal) ve pratik (kılgısal) önemi nedir? (gerçeğin anlamlandırılması).
Her gerçek teorisinin bu sorulara az çok açık
bir yanıt vermesi gerekir. Fakat aslında, yakından bakıldığında, her önermenin (ki
her önerme aslında aynı zamanda bir bilgi ve gerçek iddiasıdır) bu sorulara
ilişkin verilmiş dolaylı bir yanıt üzerinde durduğu görülecektir.
II. Gerçek Kuramı Üzerine
Gerçeğin ne olduğu sorusu
filozofları ilerden beri en çok meşgul eden sorulardan olagelmiştir. Zira hemen
her şeyin gelip dayandığı şey, “gerçek nedir?” sorusudur. Bu nedenle gerçeğin
ne olduğuna dair felsefe tarihinde sayısız tanımlama denemelerinin olmuş olması
son derce doğaldır. Fakat sistematik açıdan bakılınca iki önemli temel tanımlama
denemesi göze batmaktadır. Bunlardan ilkini Aristoteles’te görmekteyiz.
Aristoteles’in gerçek kuramı, “uygunluk kuramı” (correspondence theory of truth) olarak adlandırılmaktadır. Bu
kurama göre gerçeklik ile gerçek arasında bir uygunluk ilişkisi vardır. Başka
bir deyişle bilinç, gerçekliği yansıttığı için ona denk gelmektedir.
Aristoteles bunu iki farklı açıdan tanımlıyor:
“Var
olanın var olmadığını veya var olmayanın var olduğunu söylemek yanlıştır. Buna
karşın var olanın var olduğunu ve var olmayanın var olmadığını söylemek
gerçektir. (Metafizik, kitap IV (Γ), bölüm 7 (1011b 26) vd).”
Aristoteles bunun ne anlama
geldiğini başka bir yerde şöyle açıklıyor:
“Biz
senin beyaz olduğunu düşündüğümüz için sen beyaz değilsin, fakat sen beyaz
olduğun için; bunu söyleyen biz ise gerçeğe sahibiz (Metafizik, kitap IX (Θ), §
10).”
Fark edildiği gibi gerçeğe
dair uygunluk kuramı, bir ön kabulü gerçeklikle
(veya gerçekliğin bir bölümüyle) arasında uygunluk (correspondence = denk gelme) var ise veya bir önermeyi, dünyaya ya
da dünyanın bir bölümüne denk geliyorsa, gerçek olarak kabul ediyor. Buna
epistemolojik açıdan “naif gerçekçilik” denebilir. Yirminci yüzyıl felsefesini
derinden etkileyen Ludwig Wittgenstein erken döneminde (Tractatus-logico-philosophicus) bu yaklaşımı savunmuştur.
Buna
karşın 19. yüzyılın sonunda F. H. Bradley gerçeğe dair “uyumluluk kuramı”nı (coherence theory of truth) temellendirmeye
çalıştığını görüyoruz. Uyumluluk kuramına göre, bir önermenin gerçek olup
olmaması, onun aynı zamanda daha önceden gerçek olduğu anlaşılmış önermelerle
de uyumlu (coherent) olup olmadığına,
daha önce gerçek olduğu anlaşılan önermelerle bütünlüklü (tutarlı) bir sistem
oluşturup oluşturmadığına da bağlıdır.
Yakın felsefe tarihinde bu iki
kuram karşı karşıya konmuştur. Fakat bu iki kuramın daha kapsamlı bir gerçek
kuramı çerçevesinde birleştirmenin mümkün olup olmadığını gözden geçirmek çok
daha anlamlı bir çaba olabilir.
III. Nesne ve Nesnellik Sorunu
Epistemoloji çerçevesinde “nesne”
söz konusu olduğunda bilginin ontolojik temellerine dönmüş oluruz. İnsanlığın
felsefi düşünce tarihinde nesnenin ne olduğunu araştıran ve bilinip bilinemeyeceğini
sorgulayan Platon’dan Hegel’e uzanan zengin bir kuramsal birikim söz konusudur.
Bilindiği
gibi Platon dünya tasarımında bir “deneyimler dünyası” ve bir de “idealar
dünyası” olmak üzere iki katlı bir dünya düşüncesi koyar ortaya. Bu düşünce
çerçevesinde nesneyi, form ve saf form olarak tasarlar. Fakat form ve saf form
birbirinden tamamıyla farklı iki dünya (düalizm)
olarak düşünülmektedir. Daha sonraki tartışmalarda töz ya da öz ve biçim
kavramları altında tartışılan bu sorun, Hegel’e kadar nesnenin iki boyutlu
olduğundan hareket etmiştir. Belki bu konuda Aristoteles bir istisna olarak
görülebilir.
Diğer
taraftan Aristoteles ile başlayan nesneyi bütünlüklü tasarlama çabası
görülmektedir. Kant bile hala nesnenin iki boyutlu (Phaenomena ve Noumena)
olduğundan hareket eder. Fakat Kant örneğin Platon ve Aristoteles’ten farklı
olarak “kendinde-şey”in, olup olmadığının bilinemeyeceğinden hareket eder. Bu
konuda her zaman emin olmadığını göstermeye de çalışarak yapar bunu. Dolayısıyla
Kant, bilgi edinme çabamızı, görünenin (Phaenomena)
bilinmesiyle sınırlar.
Hegel
ile nesnenin tasarlanmasında yeni bir çığır açılmıştır denebilir. Hegel,
Leibniz’in Monad kuramından hareketle
nesneyi özsel, tikel ve tekil olmak üzere üç
boyutlu olarak tasarlamıştır. Hegel bunu yaparken aynı zamanda hem nesne
kuramında hüküm süren düalizmleri aşmaya hem de epistemolojik şüpheciliği
yıkmaya çalışmıştır. O halde Hegel açısından nesnenin, söz konusu üç boyutun
bütünlüğü olarak tasarlanması gerekmektedir ve nesnenin bilgisine ulaşmayı bu
üç boyutun bilgisi olarak düşünmek gerekmektedir.
Epistemolojide
nesnellik geçerlilik sorunu, öznenin nesneye dair bilgi iddiasının kaçınılmaz
olarak öznel olması; fakat aynı zamanda “genel geçerlilik” talebiyle ortaya
çıkmasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda en önemli mesele, azınlık-çoğunluk
sorunudur. Bir önerme ya da bilgi iddiası konusunda toplumda çoğunluk sağlamak,
bilginin gerçek olduğunun garantisi olarak görülmektedir sıkça. Fakat 20.
yüzyılda yaşanan faşizm deneyimlerinden sonra artık bu tür iddialara şüpheyle
bakmak ve eleştirel yaklaşmak en sağlıklı davranış olarak gözükmektedir. Bir
iddianın ya da önermenin toplumda genel kabul görmesi/görmüş olması, söz konusu
iddianın ya da önermenin gerçek olduğunun teminatı olarak görülemez. Sonunda
bilginin nesnel geçerliliğinin ve giderek gerçeğin kıstası olarak yine nesnenin
kendisi ve bilginin pratikte sınanması çıkmaktadır karşımıza.